Gerçek Bilinsin! |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Yanılgılar ve Gerçekler-2 |
|
|
Evrim Teorisi Hakkında Sıkça Sorulan Sorular
Yazar: AHHA
Bu yazımızda Evrim Teorisi ile ilgili sıkça sorulan sorulara, itiraz edilen noktalara değinmeye çalışarak bu işleyiş mekanizmanın ayrıntıları hakkında bilgi edinerek Evrim konusunun daha iyi anlaşılmasını umuyoruz.
- “Evrim” ve Evrim teorisi nedir?
- Evrim mi, Evrim Teorisi mi? Bilim camiasında kabul gören hangisidir?
- Evrim sadece bir “Teori” midir, yâni kanıtlanmış bir gerçek değil midir?
- Genetik çeşitliliği (değişik göz renkleri gibi) meydana getiren mekanizma nedir?
- Mutasyona sebep olan etkenler nelerdir?
- Mutasyonların her zaman tahrip edici olduğu ve genetik bilgiyi azalttığı söyleniyor.
- “Faydalı mutasyon oranı” çok az iken yeni özelliklerin oluşması dolayısıyla yeni türlerin evrimi nasıl gerçekleşmektedir?
- Türlerin değişime uğradıklarının kanıt(lar)ı var mıdır?
- Fosil bulguları canlıların milyonlarca yıl geçmiş olsa da evrime uğramadığını söylüyor?
- Kompleks moleküller, organlar, sistemler nasıl ortaya çıkıyor? Bütün bunlar “doğal seçilimle” açıklanabilir mi?
- Rastgele meydana gelen” mutasyonlar yeni canlı türlerini nasıl ortaya çıkartıyor? “Olasılık hesapları” bu tür “yeni oluşumların” kendiliğinden oluşmalarına izin veriyor mu?
- Evrim teorisine göre örneğin bir kurbağa evrimleşip bir sürüngene dönüşebilir mi?
- Evrim teorisine göre bütün bu karmaşık yapılar, canlı yaşamları salt rastlantılar sonucu mu oluştu?
- 500 aminoasitlik bir proteinin rastgele oluşabilme olasılığı tüm şartlar göz önünde bulundurularak hesaplandığında 10950‘de 1, yâni sıfır ihtimal çıkıyor . Bu hesaplama da kendi kendine oluşumun imkânsızlığını göstermektedir?
- Atalarımız maymun mu?
- Evrim teorisinin öngördüğü geçiş formlarının bulunamadığı söyleniyor, doğru mu?
- Evrim şayet milyonlarca yıldır sürüyorsa ve bir kaç milyon canlı türü “birikimli aşamalarla” meydana gelmişse, türler arası ara formların sayısının da milyarları bulması gerekmektedir, fakat buluntular aksini göstermektedir?
- Akıllı Tasarım (AT) Teorisi?
- Bir “bilgisayarı, televizyonu vs.” gören kişi tarafından bu eşyanın “kendi kendine oluşamayacağı”, “bir tasarımcının elinden çıktığı düşünülür. Benzer mantıkla, doğada daha kompleks tasarımlarda bulunan canlılar, sistemler salt fizikokimya-biyoloji kanunları çerçevesinde nasıl kendi kendine meydana gelebilir ki?
- “İndirgenemez karmaşıklıktaki ” yapıların kademeli olarak ortaya çıkışı mümkün değildir. Çünkü yarım göz, yarım kanat, yarım akciğer vs. canlıya bir yarar sağlamayacaktır! Bu yüzden bu tip yapıların bir anda yaratılmış olmaları gerekir.
- Evrim Teorisi savaşı, çatışmacılığı, ırk üstünlüğünü, öjeniyi meşru göstererek Faşizm gibi kanlı ideolojilere yol göstermektedir!
- Ama Darwin insanın hayvan sınıfına girdiğini söylemiştir!
- Hitler, ırkçı ideolojisini evrim teorisine dayandırdığını söylemektedir.
New Scientist dergisinden çevirdiğim bir yazı dizisi:
EVRİM: 24 MİT VE YANLIŞ ANLAMA
16 Nisan 2008 Michael Le Page
Yakında Charles Darwin’in doğumunun 200’üncü ve muhtemelen şimdiye kadar yazılmış en önemli kitap olan ‘Türlerin Kökeni’ nin yayınlanmasının da 150. yıldönümü kutlanacak. Bu kitapta Darwin günümüzde bile birçok insanın şok edici bulduğu bir fikir ortaya atmıştır; insan yaşamı da dahil olmak üzere yeryüzündeki tüm yaşamın doğal seçilim yoluyla evrimleştiği fikri.
Bu kitapta Darwin, evrim için kuvvetli deliller göstermiştir ve onun zamanından bugüne artık bu iddia karşı konulamaz duruma gelmiştir. Sayısız fosil keşifleri daha önceki formlardan günümüz organizmalarının evriminin izini sürmemizi sağlamıştır. DNA sekans analizleri tüm canlıların ortak bir kökeni paylaştığını şüphe götürmez bir şekilde doğrulamıştır. Çevremizde, hızlıca değişim gösteren HIV ve grip virüsleri gibi sayısız evrimleşme örnekleri görülebilmektedir. Evrim dünyanın yuvarlak olması kadar güçlü bir bilimsel gerçektir.
Ve hala bu konuda elde edilmekte olan dağlar kadar kanıta karşın dünyadaki birçok kişi evrim konusunda – eğer eğitiliyorsa- yanlış eğitilmektedir. Darwin’in doğumyeri ve eğitimli ve laik insanların çoğunlukta olduğu İngiltere’de bile anketler insanların yarısından azının evrimi kabul ettiğini göstermekte.
Biyoloji veya bilim eğitimi almamış insanlar için evrim teorisinin doğaüstü alternatiflerine inanan insanların görüşleri ikna edici olabilmektedir. Hatta evrimi kabul edenler arasında bile yanlış anlamalar sıklıkla görülmektedir.
Birçoğumuz örneğin fizikteki sicim teorisi konusunu anlamadığımızı kabul ederiz buna karşın hepimiz evrimi anladığımız konusunda hemfikirizdir. Gerçekte, biyologların da keşfettiği gibi, bunun sonuçları bizim hayal bile edemeyeceğimiz kadar garip olabilir. Muhtemelen evrim bugüne kadar öne sürülmüş teoriler arasında en iyi bilinen ama en kötü anlaşılanıdır.
İşte size New Scientist dergisinin evrimle ilgili en yaygın mitler ve yanlış anlamalar rehberi:
Yanlış 1: Her şey doğal seçilimle meydana gelmiş bir adaptasyondur
Yanlış 2: Evrimin tek aracı doğal seçilimdir
Yanlış 3: Doğal seçilim her zaman daha karmaşık canlıların oluşmasına sebep olur
Yanlış 4: Evrim çevresine mükemmel şekilde uyum sağlamış yaratıklar meydana getirir
Yanlış 5: Evrim her zaman türlerin hayatta kalmasını destekler
Yanlış 6: İnsanların evrimi anlamamasının hiç bir önemi yoktur
Yanlış 7: ‘Uyumlu olanın hayatta kalması’ kuralı ‘herkesin kendi kendini düşünmesini’ mazur gösterir
Yanlış 8: Evrim sınırsız derecede yaratıcıdır
Yanlış 9: Evrim homoseksüellik gibi olguları açıklayamaz
Yanlış 10: Yaratılışçılık evrime alternatif bir teoridir
Yanlış 1 : Her Şey Adaptasyondur
Bitki ve hayvanların tüm özelliklerinin doğal seçilimle ortaya çıkmış adaptasyonlar olduğunu zannederiz. Oysa ki çoğu ne adaptasyon ne de doğal seçilim sonucudur.
Neden çoğumuz yorgun bir günün sonunda kendimizi elimizde mikrodalgada ısıtılmış bir yemekle televizyonun karşısına atarız? Rahat olduğu için mi? Yoksa televizyon karşısında yenilen yemekler yüzbinlerce yıllık insan evrimin doğal sonucu mudur?
Lütfen gülmeyin. Muhtemelen daha önce buna benzer varsayımlarda bulunmuşsunuzdur. Vücudumuz ve davranışlarımız ile ilgili neredeyse her durum hakkında evrimsel hikayeler üretmek kolaydır. Her şeyin bir amacı olduğunu kabul ederiz ancak bu konuda çoğu zaman yanılıyoruzdur.
Erkek meme uçlarını düşünün. Erkek memelilerin bunlara ihtiyacı yoktur. Erkekler bunlara sahiptir çünkü dişilerde vardır ve meme ucu yapmak çok masraflı bir işlem değildir. Cinsiyetler arasında farklı gelişim yollarının evrimleşmesi ve erkeklerde meme oluşumunun gerçekleşmemesi için bir baskı oluşmamıştır. Bazıları dişi orgazmının da erkek meme uçları ile aynı sebepten dolayı var olduğunu öne sürmektedirler ancak bu çok daha tartışmalı bir konudur.
Koku duyumuz örneğin. Gül kokusunu çok kuvvetli mi duyarsınız yoksa bu kokuyu alabilmek için çabalar mısınız? Kuşkonmaz yedikten sonra birçok kişinin idrarının oluşturduğu belirgin kokuyu fark edebilir misiniz? Konu koku almak olduğunda kişiler arasında çok farklılıklar vardır. Bunun sebebi uyumsal olmaktan çok, büyük oranda şansa bağlı mutasyonlardır.
Örneğin pigmelerin kısa boylu olmasının sebebi bir adaptasyon olmasından çok ölüm oranının yüksek olduğu populasyonlarda erken çocuk sahibi olma yönünde bir seçilimin yan etkisi olabilir.
Çok vasıflı genler
Görünüşteki adaptasyonlar başka yöndeki seçilimin yan etkileri olabilir. Bunun bir nedeni genlerin gelişimin farklı dönemlerinde ve vücudun farklı kısımlarında farklı roller üstlenebilmesidir. Dolayısıyla herhangi bir değişken için seçilim, görünüşte birbiriyle ilgisiz olan etkilere neden olabilir. Örneğin erkek eşcinselliği, dişilerde doğurganlığı arttıran gen varyantlarıyla ilgili olabilir.
Uyumsal olmayan veya kötü etkili bir gen çeşidi (varyantı), çok faydalı bir gen çeşidiyle aynı DNA ipliğinde bulunduğu için populasyonda hızlı bir biçimde yayılabilir. Canlılar arasında eşeyin önemli olmasının sebeplerinden biri budur: Eşeyli üreme sırasında kromozomlar arasında DNA parçacıkları değiş tokuş edilirken genlerin iyi ve kötü varyantları birbirinden ayrılabilir.
Bitki ve hayvanların diğer özellikleri, (örneğin devekuşlarının kanatları gibi) eskiden adaptasyon olan ama artık orijinal amaçları için ihtiyaç duyulmayan yapılar olabilir. Böyle ‘körelmiş özellikler’ daim olabilirler bunun sebebi nötral olmaları, başka bir görev üstlenmiş olmaları olabilir veya dezavanajlı olmalarına karşın evrimsel olarak yok edilmek için henüz yeterli zamanın geçmemiş olması olabilir. Örneğin apandis. Şu veya bu fonksiyonu olduğuna dair çok sayıda görüş olmasına karşın kanıt kesindir: apandisinizin olmasındansa, olmaması hayatta kalmanız açısından daha avantajlıdır.
Peki öyleyse neden yok olmadı? Çünkü evrim bir sayı oyunudur. Birkaç bin yıl önceye kadar dünya çapındaki insan sayısı azdı ve insanlar her bir kuşak arasındaki uzun dönemler boyunca az sayıda çocuğa sahip olabiliyordu. Bunun anlamı; apandisin boyunu azaltacak veya tamamen yok edecek mutasyonların oluşması için ve bu mutasyonların doğal seçilimle populasyonlarda yayılması için az sayıda şansın olduğudur. Diğer bir olasılık ise; Apandis küçüldükçe apandisit (apandis iltihaplanması) ihtimalinin artması ve bunun da apandisin alıkoyulmasına neden olmasıdır.
20 yaş dişi diğer bir körelmiş kalıntıdır. Daha küçük ve zayıf bir diş atalarımızın daha büyük bir beyin geliştirmelerine izin vermiştir. Çoğumuz potasyel olarak ölümcül sonuçları olabilmesine karşın, yer olmamasına rağmen 20 yaş dişi çıkarıyoruz. Bu dişin hala mevcut olmasının sebeplerinden birinin kişinin üreme çağını geçmesinden sonra ortaya çıkması olduğu düşünülmektedir.
Bütün bu sebeplerden ve başka birçok sebepten dolayı farklı davranışlarn evrimsel açıklaması ile ilgili görüşlere kuşkuyla yaklaşmalıyız.
Evrimsel psikoloji özellikle insan davranışının tüm yönlerini evrimsel olarak açıklamaya çalışmaya daha meyillidir.
Sağlam kanıtlar olmaksızın örneğin TV karşısında yenilen yemeklerin ‘evrimleştiği’ gibi yorumlara ihtiyatlı yaklaşmak gerekir.
Yanlış 2. : Evrimin tek aracı doğal seçilimdir
Değişikliklerin çoğu pozitif seçilimden çok genetik sürüklenmeye bağlıdır. Bu durum şöyle özetlenebilir; en şanslının hayatta kalması.
Aynaya bir göz atın. Yüzünüz bir Neanderthal’inkinden oldukça farklı değil mi? Peki neden? Bu sorunun cevabı ‘rastgele genetik sürüklenmeden başka bir sebebi yok’ olabilir. Kafatasının şekli gibi bazı özellikler fonksiyonu çok büyük oranda değiştirmeden çeşitlilik gösterebilirler. Bunların evrimleşmesinde şans faktörü doğal seçilimden daha büyük rol oynayabilir.
Tüm organizmalarda bulunan DNA yüksek oranda reaktif kimyasalların ve radyasyonun saldırısı altındadır ve kendini kopyalarken genellikle hatalar meydana gelir. Bunun sonucu olarak her bir insan embriyosunda en az 100 (muhtemelen daha da fazla) yeni mutasyon meydana gelir. Bazıları zararlıdır ve doğal seçilimle – örneğin embriyonun ölmesiyle- elenirler. Çoğu ise vücudumuzda herhangi bir değişiklik yaratmaz çünkü DNA’mızın büyük bir kısmı aktif bir şekilde kullanılır durumda değildir. Çok az mutasyon ise ne özellikle zararlı ne de faydalıdır.
Büyük oranda nötral mutasyonların birkaç kişiye sınırlı kaldığını düşünebilirsiniz. Gerçekte nötral mutasyonların büyük çoğunluğu silinip gider, çok azı ise bir populasyonda yayılma imkanı bulur ve ‘sabitlenir’. Bu tamamen şans eseridir. Bazı mutasyonlar her bir jenerasyon boyunca daha da fazla bireye aktarılırılar.
Herhangi bir nötral mutasyonun şans eseri yayılması olasılığı düşük olsa bile her bir nesildeki mutasyon sayısının çok fazla olması genetik sürüklenmeyi önemli bür güç haline getirir. Bu biraz piyango oyununa benzer: Kazanma olasılığı çok düşüktür ama her hafta milyonlarca kişi bilet aldığı için genellikle bir kazanan vardır.
Sonuç olarak karmaşık organizmaların DNA’sındaki birçok değişiklik seçilimden çok genetik sürüklenmeyle ilgilidir. Bu nedenle biyologlar genomları karşılaştırırken benzer veya korunmuş sekanslara odaklanırlar. Doğal seçilim yaşamsal önemi olan sekansları koruyacaktır, geri kalan kısımlar ise sürüklenme dolayısıyla değişime uğrayacaktır.
Darboğaz boyunca sürüklenme
Genetik sürüklenme bazen doğal seçilime karşı da olabilir. Hafif faydası olabilecek birçok mutasyon şans eseri yok olabilirken, hafifçe zararlı mutasyonlar yayılıp populasyonda yerleşebilir. Populasyon küçüldükçe genetik sürüklenmenin rolü artar.
Populasyon darboğazları da aynı etkiyi yapabilir. Birkaç çizgili bireyin dışında farelerin çoğunun düz renk olduğu bir ada düşünün. Eğer volkanik bir püskürme düz renkli farelerin tümünü yok ederse adada çizgili fareler baskın olacaktır. Bu durum uygun olanın değil şanslı olanın hayatta kalmasıdır.
Rastgele genetik sürüklenme insan evriminde şüphesiz oldukça büyük bir rol oynamıştır. Yaklaşık 10,000 yıl önce insan populasyonları küçüktü ve yaklaşık 2 milyon yıl önce büyük bir darboğazdan geçmişti. Bazı bireyler yaklaşık 60,000 yıl önce Afrika’nın dışına göç ettiklerinde ve diğer bölgelerde koloniler oluşturduklarında başka bazı darboğazlardan geçtiler.
İnsanlar ve diğer insansı maymunlar arasında (ve farklı insan populasyonları arasında) görülen genetik farklılıkların çoğunun genetik sürüklenmeden kaynaklandığına şüphe yoktur. Ancak bu mutasyonların çoğu genomumuzun 9/10’unu oluşturan çöp DNA kısmında yer alır ve bu nedenle herhangi bir farklılık yaratmazlar. İlginç bir soru; vücudumuzu veya davranışlarımızı etkileyen hangi mutasyonlar seçilimden çok sürüklenme nedeniyle yayılmışlardır? Bunun cevabı henüz kesinlik kazanmamıştır.
Yanlış 3: Doğal seçilim her zaman daha karmaşık canlıların oluşmasına sebep olur
Gerçekte doğal seçilim sıklıkla daha büyük bir sadeliğe neden olur. Ve çoğu zaman komplekslilik seçilimin zayıf olduğu veya hiç olmadığı durumlarda artar.
Eğer onu kullanmıyorsanız, kaybedeceksinizdir.
Evrim eklemekten çok eksiltme eğilimindedir. Örneğin mağarada yaşayan balıklar gözlerini, şeritler gibi parazitler sindirim sistemlerini kaybetmişlerdir. Böyle bir sadeleşme aslında bizim farkettiğimizden daha yaygın olabilir. Mesela beyinleri olmayan denizyıldızı ve deniz kestanesinin atalarının beyin taşıdığı ortaya çıkmıştır.
Tüm bunlara rağmen son 4 milyon yıl içinde evrimin daha kompleks yaşam biçimleri oluşturduğuna şüphe yoktur. Peki ama neden?
Genellikle bunun doğal seçilimin bir sonucu olduğu düşünülür. Ancak yakın zamanda kendi acayip ve şişkin genomumuzu çalışan birkaç biyolog bu fikte karşı çıkmışlardır.
Karmaşıklığın seçilim sonucu değil, seçilimin zayıf olduğu veya hiç olmadığı zamanlarda arttığını öne sürmüşlerdir. Bu nasıl olabilir? İki farklı görev yapan bir geni olan bir hayvan varsayalım. Eğer mutasyon sonucu bazı yavrularında bu genin iki kopyası meydana geldiyse bu yavrular artık daha uyumlu hale gelmiş olmazlar. Gerçekte bu genin iki dozuna sahip oldukları için biraz daha az uyumlu hale gelmişlerdir. Seçilim baskısının güçlü olduğu büyük bir populasyonda böyle mutasyonlar elenme eğilimindedirler. Seçilim baskısının daha zayıf olduğu daha küçük populasyonlarda ise biraz dezavantajlı olmalarına rağmen bu mutasyonlar rastgele genetik sürüklenmenin sonucu olarak yayılış gösterirler.
Çoğalmış (duplike olmuş) genler populasyonda daha çok yayıldıkça daha hızlı mutasyon geçirirler. İki kopya halindeki genlerden birinin geçirdiği bir mutasyon orijinal gendeki iki fonksiyondan birincisine zarar vermiş olabilir. Diğer kopya da ikinci fonksiyonu kaybedebilir. Daha önce olduğu gibi bu mutasyonlar hayvanları daha uyumlu hale getirmezler –böyle hayvanlar tamamen aynı şekilde görünüp aynı şekilde davranırlar- ama yine de genetik sürüklenme ile yayılırlar.
Mutasyonlarınızı kullanın
Böylece eskiden iki fonksiyona sahip bir geni olan bir tür, her biri birer fonksiyona sahip iki ayrı gene sahip olmuş olabilir. Karmaşıklıktaki bu artış seçilimden dolayı değil seçilime rağmen gerçekleşmiştir.
Genom bir kez karmaşıklaşmaya başlamışsa devam eden başka bazı mutasyonlar canlının bedenini veya davranışlarını daha karmaşık hale getirebilir. Örneğin iki ayrı gene sahip olmak her birinin farklı zamanlarda açılıp kapatılabileceği anlamına gelir. Faydalı mutasyonlar oluştukça doğal seçilim bunların yayılmasını sağlayacaktır.
Eğer bu görüş doğruysa evrimin kalbinde birbirine karşıt güçler yer alıyor demektir. Gözler veya dil yeteneği gibi karmaşık yapılar ve davranışlar şüphesiz doğal seçilimin ürünleridir. Ama seçilim kuvvetli olduğunda (büyük populasyonlarda olduğu gibi) canlıyı daha da karmaşıklaştıracak rastlantısal genomik değişiklikleri daha baştan engeller.
Bu görüş asteroid çarpması gibi çevresel felaketler sonrası evrimin neden hızlanmış gibi göründüğünü açıklayabilir. Böyle olaylar hayatta kalan türlerin populasyon büyüklüğünü iyice azaltır, seçilim baskısı hafifler ve uyumsal olmayan süreçlerle daha büyük genomik karmaşıklık şansı artar. Böylece uyumsal süreçlerle daha büyük fiziksel ve davranışsal karmaşıklık için imkan sağlanmış olur.
Yanlış 4: Evrim mükemmel olarak uyum sağlamış canlılar meydana getirir.
Yaşamak için mükemmel olarak adapte olmuş olmanız gerekmiyor. Sadece rakipleriniz kadar uyum sağlamış olmanız yeterli. Etrafımızdaki bitki ve hayvanların görünüşteki mükemmelliği gerçeği yansıtmaktan çok bizim hayal gücümüzün zayıflığından kaynaklanır.
Vahşi yaşam belgesellerinde sürekli tekrarlanan bir konu vardır. Tekrar ve tekrar hayvanların çevrelerine ne kadar uyumlu olduklarından bahsedilir. Ancak bu durum nadiren doğrudur.
İngiltere’nin kırmızı sincaplarını ele alalım. Çevresine mükemmel bir şekilde uyum sağlamış gibi görünmektedir. Ta ki gri sincaplar gelene kadar. Gri sincaplar biraz da meşe palamudunu sindirebilme yeteneklerinden dolayı geniş yapraklı ormanlara çok daha iyi uyum ssğlamışlardır.
Evrimin olabilecek en mükemmel tasarımı neden yapmadığının çeşitli sebepleri vardır. Doğal seçilimin tek kriteri bir şeyin işe yarar olmasıdır, o şeyin mümkün olan en iyi şekilde çalışmasına gerek yoktur. Gerçekte ‘kaba tamirler’ veya ‘beceriksizce yapılmış işler’ yaygındır. Klasik bir örnek Panda’nın bambu tutmak için kullandığı başparmağıdır. Stephen Jay Gould 1978’de şöyle yazmıştır; ‘Panda’nın gerçek başparmağı başka bir görev üstlenmiştir bu nedenle Panda genişlemiş ve uzamış bir bilek kemiği ile biraz hantal ama işe yarar bir çözüm getirmiştir.’
Bu örneğin bize gösterdiği gibi, evrim yeni yapılar ortaya çıkarmaktansa mevcut yapıları yeniden şekillendirme yolunu tercih etmektedir. İlkel balıkların loblu yüzgeçleri, kanatlar, toynaklar ve eller gibi değişik yapılara dönüşmüşlerdir. İnsan eli için en uygun parmak sayısı 5 olduğu için değil amfibi atalarımız beş parmağa sahip olduğu için parmaklarımız 5 tanedir.
Birçok grup kendilerini daha başarılı kılabilecek özellikleri hiç geliştirmemişlerdir. Örneğin köpekbalıklarında kemikli balıkların sahip olduğu ve yüzmeyi kolaylaştıran hava kesesi bulunmaz. Bunun yerine yüzmesine, yağlı karaciğerine ve çoğu zaman bir yuttuğu bir miktar havaya güvenir. Benzer şekilde memelilerin iki-yönlü akciğeri kuşların tek yönlü akciğerinden daha az kullanışlıdır. Ve bazen canlılar genel uyumlarını arttırmak yerine azaltan bazı yapılar geliştirebilirler örneğin; tavus kuşlarının kuyruğu.
Ya kullan ya kaybet
Devam eden mutasyon ‘kullanmıyorsan kaybet’ anlamına gelir. Örneğin birçok primat bir gen mutasyonundan dolayı C vitamini yapamaz. Bu mutasyon diyetlerinde oldukça fazla C vitamini bulunan hayvanlar için bir fark yaratmaz. Ancak uzun deniz yolculuğu yapan bir primatın keşfettiği gibi, çevresel şartlar değiştiği zaman bu fonksiyon eksikliği büyük fark yaratacaktır.
Evrimin ileri görüşlü olmayışı, atadan gelen kusurlu tasarımlar meydana getirir. Omurgalı gözünün kör noktası bunun örneklerinden biridir. Daha sonraki adaptasyonlar bu problemleri büyük ölçüde hafifletse de doğal seçilim kusurlu ama idare eden bir tasarımda karar kıldığında türün sonraki nesilleri bu tasarımla yetinmek zorundadır.
Bir organizmanın uygunluğu aynı zamanda genellikle değişen çevresel şartlara da bağlıdır. Avcı ve av, parazit ve konak arasında sürekli bir yarış vardır. Birçok canlı daha uyumlu olmak bir yana, mevcut uyumunu korumak için bile sürekli evrimleşmek zorundadır.
Evrimin en üst noktasında mıyız?
Doğal seçilimle evrimleşmek zaman ve sayılarla ilgilidir. Ortaya çıkan yeni mutasyon sayısı ve doğal seçilimin zararlı olanları eleme ve faydalıları çoğaltma şansı sayısı bir populasyonun büyüklüğüne, her bir bireyin meydana getirdiği yavru sayısı ve oluşan nesil sayısına bağlıdır.
Kendimizi en yüksek derecede evrimleşmiş bir tür olarak düşünmekten hoşlanırız, ancak ne kadar mutasyon geçidiğimiz ve ne kadar seçilime uğradığımız dikkate alındığında en az evrimleşen türlerden biri sayılırız.
HIV ile enfekte olmuş bir insanın vücudunda yaklaşık 10 milyon yeni viral partikül oluşturulur. Buna karşın birkaç bin yıl önceye kadar dünyadaki toplam insan populasyonu birkaç milyondan fazla değildi.
Üstelik bir bakteri on yılda 200,000 nesil oluşturabilir- insan soyunun şempanzelerden ayrılmasından beri yaklaşık olarak bu kadar nesil geçmiştir. Bu nedenle bir insan ömründen az bir sürede HIV gibi yeni hastalıkların ve çok sayıda antibiyotiğe dirençli bakterinin evrimleştiğini görmek sürpriz değildir.
Son 10,000 yılda insan evrimi hızlanmış olsa bile çevremizi bundan çok daha hızlı bir şekilde değişime uğratmaktayız. Bunun sonucu olarak daha iyi adapte olacağımız yerde aslında yarattığımız dünyaya daha az uyum sağlar duruma gelmekteyiz. Obeziteden alerjilere miyopluktan ilaç bağımlılığına kadar bugün çektiğimiz birçok sıkıntıyı düşünün. Virüs ve bakteriler mükemmelliğe ulaşmış olabilirler ama biz en iyi ihtimalle kötü bir müsvedde halindeyiz.
Yanlış 5: Evrim her zaman türlerin hayatta kalmasını destekler
Gerçekte evrim bireylerin ve populasyonların bazen çok daha az uyumlu olmalarına neden olur ve hatta bazen yok olmalarına yol açar
‘iyi uyum sağlayanın hayatta kalması’ çok kişi tarafından yanlış anlaşılmıştır. Birçok kişi evrimin her zaman türlerin hayatta kalma şansını arttırdığını düşünür.
Doğal seçilim farklı seviyelerde gerçekleşebilir-genler, bireyler, gruplar- bir genin hayatta kalmasını sağlayan şey o geni taşıyan bireyin veya bireyin ait olduğu topluluğun uyumunu arttırmak zorunda değildir. Örneğin parazitik DNA elemanları veya transpozonlar konak organizmaları daha uyumsuz hale getirmelerine rağmen bir populasyonda yayılış gösterebilirler. Transpozonlar hemofili gibi genetik hastalıkların sebeplerinden biridir.
Benzer şekilde bencil bireyler özgeci (fedakar) bireyleri sömürerek kendilerine fayda sağlarken grubun tümüne felaketle sonuçlanabilecek zararlar verebilirler.
1982’de J.B.S. Haldane bunun populasyonların tamamen yok olmasına bile neden olabileceğini bildirmiştir. Bu olaya evrimsel intihar denir. Deneysel modeller ve bazı kanıtlar Haldane’ın haklı olduğunu göstermiştir.
Örneğin besin miktarı azaldığında mixobakteriler biraraya gelip spor oluşturmak üzere bir tohum gövdesi (fruiting body) oluştururlar. Laboratuvar çalışmaları sadece spor oluşturan ve asla tohum gövdesinin spor oluşturmayan kısımlarına yardım etmeyen sahtekar mixobakterilerin populasyonlarının yok olmasına neden olduğunu göstermiştir.
Ancak genlerin populasyonları yok etme yeteneğinin pratik bir kullanımı olabilir. Biyologlar sıtma taşıyan sivrisineklere parazitik DNA nakletmenin yollarını araştırıyor.
Buna benzer bir olayın kazayla meydana geldiği öne sürülmüş. Büyüme hormonu üretmek üzere genetik olarak değiştirilen bir balık daha hızlı bir şekilde ve daha fazla gelişmiş, erkenden olgunlaşmış ve daha fazla yumurta oluşturmuştur. Ancak vahşi doğa şartlarında hayatını sürdürebilme yeteneği, değişime uğramayan balıktan daha azdır. Truva geni hipotezine göre böyle özelliklere sahip bir gen varyantı doğal bir populasyonda bireylerin uyumunu azaltmasına rağmen hızlı bir şekilde yayılabilir ve sonunda populasyonun yok olmasına neden olabilir.
Evrimin bir türün hayatta kalma şansını azaltma yollarından birisi de zararlı mutasyonların birikmesidir. Mutasyonlar doğal seçilim için yaşamsal hammaddeyi sağlar, bu nedenle eğer mutasyon oranı çok düşükse populasyon çevresel değişikliklere uyum sağlayabilmek için yeterince hızlı evrimleşemeyebilir.
Diğer yandan eğer bir populasyonun mutasyon oranı çok fazlaysa zararlı mutasyonlar doğal seçilimin eleyebileceğinden daha hızlı bir şekilde birikebilir. Sonunda biriken bu zararlı mutasyonlar da populasyonların yok olmasına neden olabilir.
Teoride çok küçük populasyona sahip herhangi bir tür, silici (deleterious) mutasyonlar biriktirebilir. Problem Amazon balığı gibi aseksüel organizmalar için özellikle çok ciddi olabilir buna Müllerin raketi etkisi adı verilir.
Eşeysel olarak üreyen türler için bu daha basit bir problemdir çünkü kromozomlar arasındaki gen alışverişi iyi ve kötü mutasyonları birbirinden ayırabilir. Bazı şanssız döller çok sayıda zararlı mutasyonlar devralır ve ölür, bazı şanslı olanlar ise çok daha az zararlı mutasyon devralır.
Bir mutasyon felaketi dallanmanın bir sonucu olarak da gerçekleşebilir. Bunun sebebi birlikte kalıtılan gen varyantlarıdır çünkü bir kromozomda birbirlerinin yanında yer alırlar. Düşünün ki mutasyon oranını arttıran bir mutasyon, uyumluluğu büyük ölçüde arttıran başka bir mutasyonun hemen yanında yer almakta. Yararlı mutasyonun sağladığı fayda, diğer mutasyonun zararlı etkisini maskeleyecektir. Bunun anlamı her iki mutasyonun populasyonda hızla yayılacağı ve felaketle sonuçlanabilecek etkilere neden olacağıdır.
Bazı doktorlar mutasyon birikmesini hastalıkların tedavisinde kullanabilmeyi ummaktadırlar. HIV gibi bazı virüsler şimdiden hata felaketi eşiğine yaklaşmaktadırlar. Virüslerdeki mutasyon oranını arttıran ilaçlar bu eşiği atlamalarına ve bir kişinin vücudundaki virüs populasyonunun yok olmasına neden olabilirler.
Son olarak, aynı ürün bireyleri arasındaki rekabet –eşeysel seçilim- bir türün toplam uyumluluğunu azaltan özellikler lehine işleyebilir. Erkek tavuskuşları en büyük ve en parlak kuyruklara sahip olarak dişilerin dikkatini çekebilirler ancak ağır ve dikkat çekici kuyrukları onların hayatta kalma şanslarını azaltmaktadır.
Tehlike altındaki kuş türleri üzerinde yapılan çalışmalar eşeysel seçilimin populasyonların yok olmasına bile neden olabileceğini göstermektedir. Bazı biyologlar insanoğlunun geleceğini tehlikeye atan aşırı tüketimden de eşeysel seçilimi sorumlu tutacak kadar ileri gitmişlerdir.
Handikap prensibine göre tavuskuşu kuyruğu gibi özellikler tam da dezavantajlı oldukları için evrilmişlerdir. Dişilere ne kadar güçlü ve formunda olduğu mesajını vermeye çalışan bir birey düşünün. Eğer mesajı vermek kolaysa diğer daha zayıf erkekler aynı mesajı vererek hile yapabilirler. Ama eğer mesaj pahalıya maloluyorsa (örneğin büyük, hantal bir kuyruk geliştirmek veya besininden vermek gibi) hile yapmanın imkanı yoktur.
Yanlış 6: İnsanların evrimi anlayıp anlamamasının hiç bir önemi yoktur
Bireysel seviyede pek bir şey farkettirmese de önemli konularda gerçek yerine batıl inançların temel alınması herhangi bir modern toplumu felakete götürebilir.
Kardeşiniz ya da anneniz yaratılışçı olabilir. Bırakalım neye isterlerse ona inansınlar diye düşünebilirsiniz. Ne de olsa kimse için bir şey farketmeyecek.
Acaba gerçekten öyle mi? Mike Huckabee’nin ABD’nin başkan yardımcısı (yani başkanlıktan sadece ani bir kalp krizi uzaklıkta) olduğunu düşünün. Dünyanın en büyük süper gücünün evrimi reddeden bir adam tarafından yönetilmesinden rahatsızlık duymaz mısınız? Ki bu kişi gerçeği kabul etmeyi reddeden on milyonlarca kişi tarafından desteklenmektedir.
Liderlerin biyolojik gerçeklik yerine dogmayı tercih etmeleri tehlikeli bir durumdur. Stalin’in Lysenko’nun sahte bilimini desteklemesi Sovyet tarımı için bir felaket olmuştur
Evrilen problemler
Batı uygarlığının dünyayı anlama ve değiştirme başarısı bilim ve teknolojiye dayanır. Bu başarının sürekliliği de belki eskisinden daha fazla buna dayanmaktadır.
Evrimin bir inanç meselesi olduğunu düşünen bir lider o konum için uygun değildir. Myriad alanlarında araştırmacıların elde ettiği büyük orandaki evrim kanıtını gözardı eden bir kişi örneğin iklim değişikliği konusunda daha az kesin olan kanıtları nasıl değerlendirebilir.
Üstelik evrim birçok politik kararla da direkt olarak ilgilidir. Verem gibi hastalıklar savunma sistemlerimize direnç kazandıkları için yeniden ortaya çıkmaya başlamışlardır. MRSA gibi antibiyotiğe dirençli böcekler gittikçe büyüyen bir problem oluştururlar. H5N1, kuş gribi virüsü veya ebola gibi ölümcül bir virüs evrim geçirerek dünya çapında bir salgına neden olacak şekilde insandan insana geçebilme yeteneği geliştirebilir. Evrimin gücünü anlamadan bu ciddi tehlikeleri anlayıp gerekli planları yapmak mümkün değildir.
Evrimi anlamanın önemli olduğu başka bazı alanlar da vardır; Örneğin balıkçıların sadece büyük balık avlamalarına izin veren avlanma politikaları aslında daha küçük balıkların evrilmesine neden olmaktadır.
Çevre şartlarında yaptığımız büyük çaplı değişiklikler zehirlere dirençli farelerden ses kirliliğine karşı şarkılarını değiştiren şehir kuşlarına kadar birçok türün değişmesine yol açmaktadır.
Ayrıca geleceğimiz de sözkonusudur: Modern biyoloji, embriyoları yeniden şekillendirmek, genetik kodu yeniden yazmak ve yaşlanmanın etkilerini geciktirmek gibi insan vücudu üzerinde daha önceden hayal bile edemediğimiz güçlere sahip olmamızı sağlamak üzeredir. Bu gücün kullanılıp kullanılmayacağı veya kullanılacaksa bunun ne şekilde olacağı konusunda toplumun görüşleri insanların evrimsel kökenleri konusundaki anlayışlarıyla şekillenecektir. Mükemmel, tamamlanmış bir ürün veya basit erken prototipler olduğunuzu düşündüğünüzde olaylar farklı görünecektir.
Evrim toplumları nasıl yönetmemiz veya nasıl etik kararlar almamız gerektiğini bize söylemez. Evrim tanımlayıcı bir bilimdir, Kural koyucu değildir. Ancak kararlarımızı alırken bilgi sahibi olmamızı sağlar.
Yanlış 7: ‘Uyumlu olanın hayatta kalması’ kuralı ‘herkesin kendi başının çaresine bakmasını’ mazur gösterir
En ‘uygun’ birey en agresif ve vahşi olan değil en sevgi dolu ve özverili olan olabilir. Ayrıca her durumda doğada gerçekleşen olaylar insanların da aynı şekilde davranmasını haklı çıkarmaz.
Darwin tarafından değil filozof Herbert Spencer tarafından kullanılan ‘En uygunun hayatta kalması’ deyimi büyük oranda yanlış anlaşılmıştır.
Yeni başlayanlar için; Doğal seçilimle evrimleşmenin olması için sadece en uygunun hayatta kalması yeterli değildir. Ayrıca çoğalabilen bireylerden oluşan bir populasyonun ve bireylerin içinde uyumluluğu etkileyecek kalıtılabilir varyasyonların bulunması gerekir. Kendi başına uyumlu olanın hayatta kalması bir çıkmaz sokaktır. Özellikle işadamları en uygunun hayatta kalması kuralı ile evrimi birbirine karıştırmakta suçludurlar.
Üstelik bu deyim hayatta kalmak için zalim bir çabalama imajı gözönüne getirse de, gerçekte en uygun deyimi nadiren ‘en güçlü’ veya ‘en agresif’ anlamına gelmektedir. Tam tersine en iyi kamufle olandan en akıllıya veya en iyi işbirliği yapana kadar değişik anlamlara gelebilir. Rambo^yu unutun Einstein veya Gandi’yi düşünün.
Doğada her hayvanın kendi başının çaresine baktığını görmeyiz. İşbirliği olağanüstü başarılı bir hayatta kalma stratejisidir. Üstelik tabiat tarihinde en önemli basamakların temelini oluşturmuştur. Basit hücrelerin işbirliği yapması sonucu kompleks hücreler evrilmiştir. Çok hücreli organizmalar kompleks hücrelerin işbirliği yapmasıyla meydana gelmiştir. Arılar veya karınca kolonileri gibi süperorganizmalar işbirliği yapan bireylerden meydana gelir.
İntihar eden hücreler
İşbirliği sona erdiğinde sonuçlar felakete uzanabilir. Örneğin vücudumuzdaki hücreler kendi başına davranmaya başladığı zaman sonuç kanserdir. Dolayısıyla işbirliğini sağlamak ve bencilliği baskılamak için incelikli mekanizmalar evrimleşmiştir. Örneğin kanserleşmeye başlayan hücrelerde intiharı tetikleyen hücresel mekanizmalar vardır .
Bu bakış açısından uygun olanın hayatta kalması konsepti, bırakınız yapsınlar kapitalizminden çok, sosyalizmi haklı çıkarmaktadır. Sosyal böceklerin başarısı totaliter rejimlerin savunulması için kullanılabilir. Bu da başka bir konuyu aydınlığa çıkarır; uygun olanın hayatta kalması kuralını özellikle de bunun ‘doğal’ olduğunu savunarak herhangi bir ekonomik veya politik ideolojiyi haklı çıkarmak için kullanmak saçmalıktır.
Kutup ayıları yapıyor diye yamyamlık iyi bir şey midir? Birçok kuş türü yapıyor diye kardeşinizi öldürmek kabul edilebilir mi? Fareler bazen yavrularını yiyor diye çocuğunuzu katletmeniz veya Bonobo maymunları genç bireylerle çiftleşiyor diye pedofili mazur görülebilir mi?
Çoğumuzun doğal olmadığını düşündüğü davranışların neredeyse her çeşidi bazı hayvan şubeleri veya alemleri için doğaldır. Hiç kimse insanların aynı şekilde davranmalarını haklı gösteremez.
Böyle örnekler doğruyu yanlıştan ayırt ederken doğal olana başvurulmasının (natüralistik fallacy) en üst derecede absürdlüğünü gösterse de konu evrime geldiğinde ilginç bir kör noktamız varmış gibi görünmektedir. Uygun olanın hayatta kalması serbest pazarlardan öjenizme kadar her şeyi haklı çıkarmak için kullanılmıştır. Böyle görüşler hala bazı çevrelerde güçlü bir etkiye sahiptir.
Ne var ki doğal seçilim basitçe canlı dünyada ne olup bittiğini anlatır. Nasıl davranmamız gerektiğini değil.
Yanlış 8: Evrim sınırsız yaratıcılıktadır
Doğanın yaratıcılığının bir sınrı yokmuş gibi görünebilir ancak muhtemelen asla evrimleşmeyecek bazı özellikler vardır, en azından dünyada.
İcat edilebilecek hemen hemen her şeyi doğanın insanoğlu sahneye çıkmadan çok önce zaten icat etmiş olduğu düşünülür (tekerlek de dahil). Kalifornia dağlarında yaşayan bir semender türü tehlike durumunda kendini kıvırarak yamaçtan aşağı yuvarlar. Bir tırtıl türü ise avcılardan kaçabilmek için düz bir yüzeyde 4-5 tur yuvarlanabilir.
Ancak kullanışlı olabilecek ancak asla evrilmemiş yapılar da vardır. Örneğin dahili bir makineli tüfek taşıyan bir zebra aslanlar tarafından nadiren rahatsız edilecektir. Öyleyse neden evrim bazı şeyleri icat ederken bazılarını edemiyor?
Bu çözülmesi oldukça zor bir konudur. Oluşmamış bir şeyi nasıl inceleyebiliriz? Yaklaşımlardan biri bakteri kamçısı veya göz gibi yapıların evrilemeyecek kadar karmaşık olduğuna inananların ve bu nedenle evrimi reddedenlerin kullandığı bir soruyla başlamak olabilir. Yarım bir kanat ne işe yarar? Diye sorarlar.
Yarım bir kanadın çok kullanışlı olduğu ortaya çıkmıştır. Böcek kanatları aslında su yüzeyinde kürek çekerek hareket etmeyi sağlayan sarkık solungaçlardan evrilmiş olabilir. Bu bir exaptation (ardıluyarlanım) örneğidir yani belli bir amaç için evrilen yapı veya davranışların-her ara aşamada kullanışlı kalarak- yepyeni bir amaç üstlenmesi.
Ancak bu argümanı tersine çevirdiğimizde bazı yapıların evrilemeyeceğini çünkü ara aşamanın hiç bir işe yaramayacağını önerir. Örneğin bazı hayvanlar için iki kanallı radyo, sessiz alarm çağrıları veya türün diğer bireylerinin yerlerini belirlemede oldukça kullanışlı olabilecekken evrilmemiştir. Neden? Nano boyuttaki radyo alıcılarının yakın zamanda icat edilmesi bunun fiziksel olarak imkansız olmadığını göstermektedir. Bu sorunun cevabı yarım bir radyonun hiçbir işe yaramayacağı olabilir. Doğal radyo dalgalarını algılamak hayvanlara çevreleri hakkında faydalı bir bilgi vermez. Bu da organizmaların radyo dalgalarını algılamalarına izin verecek mutasyonların doğal olarak seçilemeyeceği anlamına gelir. Radar da benzer sebeplerle evrilmemiş olabilir.
Görünür ışık için ise aynı şey geçerli değildir. Şurası açıktır ki basitçe ışığın varlığını veya yokluğunu algılamak birçok ortamda oldukça avantajlı olacaktır. Oldukça bulanık bir görüntü bile hiç yoktan iyidir.
Görülebilir ışık yaymak da faydalı olabilir (kendisi ışığı algılayamayan canlılar için bile). Okyanus dalgalarını aydınlatan ışık veren fitoplanktonlar (biyolüminesan fitoplanktonlar) örneğin, fitoplanktonların düşmanlarını yiyen avcıların davet edilmesini sağlar. Benzer bir argüman ses için de geçerlidir: yarasalar, balinalar gibi hayvanlarda birbirinden bağımsız olarak ekolokasyon (ses dalgalarıyla cisimlerin yerlerini belirlemek) çeşitlerinin nasıl evrildiğini kolayca görebiliriz.
Havada balon gibi uçan bitkilerin neden hiç oluşmadığını merak edenler olabilir. Bu ilk bakışta pek de imkansız gibi görünmeyen bir fikirdir: birçok deniz yosunu pnömatosist adı verilen oksijen veya karbondioksitle dolu keselere sahiptir. Başka bazı algler hidrojen üretebilirler. Böylece bir deniz yosununun büyük ince bir pnömatosisti hidrojenle doldurup uçması mümkündür. Uçan bitkiler böylece su ve kara bitkilerine karşı ışığa ulaşma açısından büyük bir avantaj sağlayabilirlerdi. Öyleyse neden gökyüzü canlı yeşil balonlarla dolu değil?
Bunun sebebi çok ince zarlı büyük pnömatosistlerin avcılara ve dalga hareketlerine karşı çok daha savunmasız olması ve bu nedenle geçiş evrelerinin asla evrilemesi olabilir.
Üstelik algler sadece suda sülfür bulunmadığı zaman hidrojen üretirler ve her durumda hidrojen gazının molekülleri pnömatosist zarından dışarı kaçacak kadar küçüktürler. Dolayısıyla yarım bir hidrojen balonu pek bir işe yarayacakmış gibi görünmemektedir en azından bizim gezegenimizde. Evrimin bile sınırları vardır.
Yanlış 9: Evrim homoseksüellik gibi olguları açıklayamaz
Bir çok hayvan türünde yaygın olarak görülen eşcinsel davranışı açıklayabilecek pek çok evrimsel mekanizma vardır
Basit mantık yürütme, evrimin eşcinselliği açıklayamayacağını söyler- homoseksüellik geni neden seçilsin? Eşcinselliğe yatkınlığa neden olan genetik özellikler neden uzun zaman önce elimine edilmemiştir?
Böyle argümanlar şaşırtıcı derecede yaygındır ve tamamen yanlıştır.
Homoseksüel davranış bizonlardan penguenlere kadar yüzlerce türde gözlemlenmiştir. İnsan veya diğer hayvanlarda homoseksüelliğin (embriyonik gelişim sırasında geçekleşen hormonal aşırılıklardan ziyade) ne derecede genetik temelli olduğu hala kesinlik kazanmamış olmasına karşın homoseksüellikle ilgili gen varyantlarının bir populasyonda neden varlığını sürdürebildiğini açıklayabilen birçok mekanizma vardır.
Yaygın bir kanı eşcinselliğin çocuk sahibi olmamak anlamına geldiğidir. Ancak bu doğru değildir özellikle kendi kültürünüz dışındaki bazı kültürlerde. Batılı ülkelerde eşcinsellerin birlikte yaşamaları kabul görene kadar birçok homoseksüel kişi karşı cinsten partnerlere sahipti. Bazı geleneksel toplumlarda tek cinse özel olmayan çeşitli eşcinsellik formları yaygındır.
Hayvanlar arasında homoseksüel davranış genellikle tek cinsle sınırlı değildir. Örneğin bazı Japon makak maymunu populasyonlarında dişiler dişi seks partnerlerini erkeklere tercih ederler ancak erkeklerle de çiftleşirler –başka bir deyişle biseksüeldürler.
Eşcinselliğin dolaylı yoldan da olsa bireylerin üreme başarısını arttırdığı da öne sürülmektedir. Örneğin aynı cinsten partnerler sosyal hiyerarşilerin üst seviyelerine çıkmak ve karşı cinse ulaşmak için daha fazla şansa sahip olabilir. Bazı türlerde homoseksüel ilişkiler erkeklerin az bulunmasına tepki olarak gelişebilir, hiç yavru sahibi olmamaktansa bazı dişi çiftler bir erkekle çiftleşerek doğan yavruyu birlikte yetiştirebilir.
Diğer bir olasılık eşcinselliğin bireylerden çok gruplar ve akrabalar için fayda sağlaması olabilir. Bonobo maymunlarında homoseksüel davranış sosyal dayanışmayı arttırdığı için grup seviyesinde fayda sağlar. Samoa’daki bir çalışmada gay erkeklerin yeğenlerine daha fazla zaman ayırdıkları gözlenmiştir, bu da akraba seçiliminin (diğerlerinin bedenindeki genlerinizi desteklemek) bir örneği olabilir.
Sağlığınız için
Belki de eşcinsellik nötraldir, uyumu ne arttırır ne de azaltır. Makaklarda eşcinsel davranışın uyumsal bir açıklamasını bulmak için yapılan çabalar sonuçsuz kalmıştır. Görünüşe göre sadece zevk için bu işi yapmaktalar. Bir çok insanın sandığı gibi eşcinsellik üreme başarısını düşürse bile bu kadar yaygın olmasının birçok muhtemel sebebi var. Söz gelimi, yakın zamanda yapılmış bir çalışmaya göre eşcinsel davranışa neden olan gen varyantları dişilerde doğurganlığı arttırmak gibi etkilere de sahip. Eşcinsellik dişilerin belli eğilimlere sahip erkekleri tercih etmelerinin bir sonucu da olabilir. Eşeysel seçilim tavuskuşlarının kuyruğu gibi genel uyumu azaltan özellikleri destekleyebilir.
Yakın zamana kadar hayvanlardaki homoseksüel davranışlar göz ardı edilmiş veya reddedilmiştir. Bu nedenle bu açıklamalardan hangisini doğru olduğu konusunda henüz bir sonuca varılmamış olması sürpriz değildir. İleride farklı türlerde farklı açıklamaların geçerli olduğu da ortaya çıkabilir.
Yanlış: 10 Yaratılışçılık evrime denk bir alternatiftir
Yaratılışçıların üzerinde fikir birliğinde oldukları tek şey evrimi sevmedikleridir. İncilde bile iki farklı yaratılış öyküsü anlatılır.
Eğer biri size yaratılışçılığın dünyadaki yaşamla ilgili daha iyi bir açıklama getirdiğini söylerse ona yaratılışçılığın hangi versiyonu? diye sorun.
Yaratılışçılar arasında yaşamın nasıl varolduğuyla ilgili olağanüstü çeşitlilikte inanışlar vardır. Bazı yaratılışçılar dünyadaki büyük çeşitliliği evrimin sağladığını kabul ederler- insanlar dışında. Diğerleri tüm yaşamın evrimleştiğini ancak bu olayın doğaüstü bir varlık tarafından yönetildiğini savunurlar.
Bazıları evrimin küçük değişiklikler yapabileceğini (mikroevrim) kabul ederler ancak çok sayıdaki küçük değişikliğin yeni bir tür ve hatta yeni organizma grupları oluşturabileceğini (makroevrim) kabul etmezler. Bazıları Tanrı’nın ilk yaşamı yarattığını ancak daha sonra her şeyi kendi kendine evrimleşmeye bıraktığını düşünürler.
Zamanlama konusunda da fikir ayrılıkları vardır. ‘Genç dünya yaratılışçıları’ İncil’in kendi içindeki çelişkilere rağmen hatasız olduğunu düşünürler ve gezegenin 6000 yıl önce yaratıldığını öne sürerler. ‘Yaşlı dünya yaratılışçıları’ ise aksi yöndeki yüzlerce kanıtı kabul ederler.
Bu hizipleşme sadece bir başlanıçtır. Bazıları dünyanın görünürdeki yaşını reddetmezler ancak bunun bir illüzyon olduğunu savunurlar (Omphalos hipotezi, bazıları bunu ‘Tanrı bizi kandırmak için yaptı’ olarak özetlerler). Bazıları ise gezegenin milyonlarca yıllık olduğunu ancak üstündeki yaşamın yakın zamanda yaratıldığını savunurlar.
Yaratılışçıların tümü en azından bir Yaratıcı’ya inanır. Ancak o kimdir?: Tanrı, Allah, Yehova, Brahma, Zeus, Uzaylılar veya bir dev Hermafrodit?
Ancak gezegenimizi ve üzerindeki yaşamı inceleyen kişiler çok net sonuçlara varmışlardır: Dünya yaklaşık 4 milyon yıl yaşında ve üzerindeki tüm canlılar çok daha basit yaşam formlarından dereceli olarak evrimleşmiştir. Herhangi bir dış müdahalenin gerçekleştiğine dair bir kanıt bulunmamıştır. Evet ufak detaylar konusunda biyologlar, jeologlar ve kozmologlar arasında çok sayıda görüş ayrılıkları vardır ancak bunlar er ya da geç yeni keşifler ve deneylerle çözümlenecektir. Gerçek her zaman en son kazanan olacaktır
Buna karşın çok sayıdaki farklı yaratılışçı görüşün hangisini doğru olduğunu bulmanın bir yolu yoktur. Herkes kendi yaratılışçı versiyonuyla gelebilir (ve çoğu öyle yapmaktadır). Örneğin Uçan spagetti canavarına inananları nasıl suçlayabilirsiniz? Eriştenin gerçek yaratıcı olmadığı nasıl ispatlanabilir
BİLGİ MEYDAN OKUMASI
(Richard Dawkins’in Bir şeytanın papazı isimli kitabından bir alıntı)
Eylül 1997’de bir Avustralyalı film ekibini gerçek niyetlerinin yaratılışçı propaganda olduğunu fark etmeden Oxford’daki evime kabul ettim. Şüpheli bir biçimde amatörce yapılan röportaj sırasında saldırgan bir tarzla meydan okuyarak benden genomdaki bilgiyi arttıran olarak görülebilecek genetik mutasyon veya evrimsel süreç örneği vermem istendi. Bu sadece bir yaratılışçının bu şekilde sorabileceği bir sorudur ve yaratılışçılara bir röportaj vermek (normalde yapmamak için iyi sebeplerim olan bir şey) üzere kandırıldığımı anladığım zaman o andı. Bu öfke ile soruyu daha fazla tartışmayı reddetim ve kamerayı kapatmalarını istedim. Ancak röportajı sert bir şekilde aniden bitirme kararımdan vazgeçtim çünkü bana yalvararak Avustralya’dan bunca yolu özellikle benimle röportaj yapmak için geldiklerini söylediler. Bu epey abartı da olsa düşündükten sonra yasal izin formunu yırtıp onları dışarı atmamın cömert olmayacağını düşündüm. Bu yüzden yumuşadım
Cömertliğim aşırı dincilerin taktiklerine aşina herkesin tahmin edebileceği şekilde ödüllendirildi. Bir yıl sonra filmi gördüğümde bilgi içeriği ile ilgili soruya cevap veremediğim izlenimi bırakmak için filmin değiştirildiğini gördüm. (Barry Williams’ın Sceptic isimli dergisinin 18. sayısındaki (1998) ‘Yaradılışçı aldatma açığa çıkarıldı’ yazısında (sayfa 7-10) uzun süre duraklamamın (onları dışarı atıp atmamaya karar vermeye çalışırken) nasıl soruyu cevaplama yetersizliğim varmış ve tamamen başka bir konuda alakasız bir cevap vererek konuyu değiştirmeye çalışıyormuşum gibi gösterilmeye çalışıldığının hikayesini okuyabilirsiniz)
Dürüst olmak gerekirse bu burada gözüktüğü kadar kasten haince planlanmış olmayabilir. Bu insanların sorularının gerçekten cevaplanamayacağını zannettiklerini anlamanız gerekir. Avustralya’dan yaptıkları yolculuğun bütün amacının bir evrimcinin bu soruya cevap veremeyişini kaydetmek olması acıklıdır.
Sonradan geçmişe bakınca (zaten evime girmelerine izin verecek şekilde kandırıldığımı düşününce) basitçe soruyu cevaplamam daha akıllıca olabilirdi. Fakat ağzımı açtığım her defasında anlaşılmaktan hoşlanırım bu tip bir soru iki cümle ile cevaplanabilecek bir soru değildi. İlk olarak bilgi’nin teknik manasını açıklamak zorundasınız. Sonra da evrimle olan karmaşık ilişkisini. Çok zor değildir ama zaman alır. Röportaj anında tam olarak ne olduğu konusu ile uğraşıp suçlamalar ve münakaşalara girmeyeceğim. Bunun yerine yapıcı bir yöntemle konuyu tekrar ele alıp orijinal soruyu ‘bilgi meydan okumasını’ kafi uzunlukta cevaplamaya girişeceğim;
…..DNA bilgiyi bilgisayar-benzeri bir yöntemle taşır ve eğer istersek genomun kapasitesini de bitlerle ölçebiliriz. DNA’nın her harfi 2 bit kapasitesine sahiptir. İnsan genomunun toplam bilgi kapasitesi gigabitlerle ölçülür. Yaygın bağırsak bakterisi E. coli’ ninkiler ise megabitlerle ölçülür. Bütün hayvanlar gibi biz de eğer bugün çalışmalarımızda kullanma imkanımız olsa bakteri olarak sınıflandıracağımız bir atanın soyundan geldik. Böylece bu atanın yaşadığı milyarlarca yıllık evrim süresince genomumuzun bilgi kapasitesi belki de 10 un üçüncü kuvveti kadar yani yaklaşık bin katı kadar arttı. Bu tatmin edici saygınlıktadır ve insanı memnun eder.
Öyleyse pürtüklü semenderin ‘Triturus cristatus’ un genom kapasitesinin 40 gigabit olarak tahmin edilmesiyle insan genomundan yaklaşık 10 kat büyük olması gerçeğiyle insan saygınlığı yaralanmalı mıdır? Hayır, çünkü her halükarda herhangi bir hayvanın genomunun büyük bir kısmı yararlı bilgi taşımak için kullanılmaz. Birçok işlevsiz pseudogen (yalancı gen) vardır ve bir sürü de tekrarlayan anlamsızlıklar. Bunlar adli tıp dedektifleri için yararlı olabilir fakat canlı hücrelerinde proteine çevrilmezler. Pürtüklü semender bizimkinden daha büyük bir hard diske sahiptir fakat her ikimizin de hard disklerinden çoğu kullanılmaz.
Görünen o ki canlılar alemindeki genomların toplam bilgi kapasitesi çok değişkendir ve bu evrimde büyük orada değişmiş olmalı. Muhtemelen her iki yönde de. Genetik madde kayıpları silinmeler olarak adlandırılır. Yeni genler türlü sayıda kopyalama çeşitleriyle ortaya çıkar. Bu oksijeni kanda taşıyan karmaşık hemoglobin tarafından iyi örneklendirilmiştir.
Yetişkin insan hemoglobini aslında birbiri etrafında düğümlenmiş globinler olarak adlandırılan dört protein zincirininin bileşimidir. Detaylı dizimleri bize bu dört globin zincirinin birbiriyle oldukça yakın akraba olduğunu fakat birbirleriyle aynı olmadıklarını gösterir. İçlerinden iki tanesi alfa globinler olarak adlandırılır ve diğer ikisi de beta globinlerdir. Alfa globinleri kodlayan genler onbirinci kromozomda, beta globin genleri ise onaltıncı kromozomda bulunur. Bu kromozomların her ikisinde de aralarına işe yaramaz DNA’ların serpiştirilmiş olduğu globin genleri kümesi bulunur. Onbirinci kromozomdaki alfa kümesinde 7 globin geni bulunur. Bunlardan 4 tanesi alfanın arızalanarak işe yaramaz hale gelmiş ve proteinlere çevrilmeyen versiyonları olan pseudo genleridir. İki tanesi yetişkinlerde kullanılan gerçek alfa globin genleridir. Sonuncusu zeta olarak adlandırılır ve sadece embriyolarda kullanılır. Benzer olarak 16. kromozomdaki beta kümesi bazıları hizmet dışı kalmış ve biri sadece embriyoda kullanılan altı gen içerir.
Bütün bu karmaşıklığı boşverin. Büyüleyici nokta şu. Dikkatle harf harf yapılmış analizler gösteriyor ki bu değişik türdeki globinler tam olarak birbirlerinin kuzenleri yani gerçek anlamda aynı ailenin üyeleri. Fakat bu uzak kuzenler hala bizim ve bütün omurgalıların genomlarında birlikte yaşıyorlar. Bütün organizmalar ölçeğinde tüm omurgalılar da bizim kuzenlerimiz. Omurgalıların evrim ağacı, aşina olduğumuz bir ağaç. Dallanmaların olduğu noktalar türlerin ayrıldığı olayları yani türlerin iki evlat çiftine ayrılmasını ifade ediyor. Fakat aynı zaman dilimini işgal eden bir başka aile ağacı daha var ve onun dalları türlere ayrılma olaylarını değil genomlar içindeki genlerin ikilenmesi olaylarını temsil ediyor.
İçinizdeki bir düzine civarındaki globin genleri yaklaşık yarım milyar yıl önce yaşamış olan uzak atamızın içinde yaşamış olan ikilenen ve her iki kopyası da genom içinde kalan eskiden kalma bir globin geninin soyundan gelmiştir. O zamanlar bu nesilden gelen bütün hayvanların genomlarınının değişik parçalarında iki kopyası vardı. Bir kopyanın kaderi alfa kümesine ve diğerininki de beta kümesine yol açmaktı. Devasa zaman dilimleri akarken daha başka ikilemeler de oldu (ve şüphesiz bazı silinmeler de). Yaklaşık 400 milyon yıl önce atasal alfa geni tekrar ikilendi fakat bu sefer iki kopya birbirinin yakınında aynı kromozomun bir kümesinde kaldı. İçlerinden birinin kaderi embriyolar tarafından kullanılan zeta olmak ve diğerinin de yetişkin insanlar tarafından kullanılan alfa globin genleri olmaktı (diğer dallar daha önce bahsettiğim işlevsiz pseudo genler oldular). Ailenin beta kolunun hikayesi de benzerdi, fakat ikilemeler jeolojik tarihin başka zamanlarında oldular.
İşte eşit derecede büyüleyici bir nokta daha. Alfa kümesi ile beta kümesi arasındaki ayrılığın 500 milyon yıl önce oluştuğu bilgisi ışığında bu bölünmenin izlerini taşıyan tabii ki sadece bizim genomumuz olmayacaktır. Herhangi bir başka memeliye, kuşa, sürüngene, yüzergezere ve kemikli balığa baktığımızda aynı genom içi bölünmeyi görmeliyiz çünkü bütün bunlarla olan ortak atamız 500 milyon yl öncesinden daha sonra yaşamıştır. Araştırılan her yerde bu beklentinin doğru olduğu kantlanmıştır. Çok eski alfa/beta ayrımını bizimle paylaşmayan bir omurgalı bulmak için en büyük umudumuz bofa balığı gibi çenesiz bir balık olabilirdi çünkü yaşayan bütün omurgalılar arasında bize en uzak kuzenlerimiz onlardır. Gerçekten de bu çenesiz balıklar alfa/beta bölünmesinin olmadığı bilinen tek omurgalılardır.
Genom içindeki gen ikilenmesi filogenezdeki tür ikilenmesine benzer bir tarihi etkiye sahiptir. Gen çeşitliliğinden sorumludur, tıpkı tür ikilenmesinin filetik çeşitlilikten sorumlu olması gibi. Bir evrensel ata ile başlayarak hayatın görkemli çeşitliliği yeni türlerin bir dizi dallanması ile meydana gelmiştir. Sonrasında bu da canlılar aleminin ana dallarının ve yeryüzünü süsleyen yüzlerce milyon farklı türün oluşumuna neden olmuştur.
Globinlerin hikayeleri bütün diğerleri arasında sadece bir tanesidir. Gen ikilemeleri ve silinmeler zaman zaman genomlar boyunca meydana gelmiştir. Genom büyüklükleri bu ve benzeri yollarla evrimle birlikte artabilir. Fakat genomun bütününün toplam kapasitesiyle gerçekten kullanılan bölümlerinin kapasitesinin farkını hatırlayın. Bütün globin genlerinin kullanılmadığını anımsayın. Genomların içi diğer işlevsiz genlerin hatalı kopyaları olan ve hiçbir şey yapmayan işlevsiz pseudo gen çöpleriyle doludur. Fakat işlevsel kuzenleri (kuzen oldukları şüphe götürmez) aynı genomun başka noktalarında işleriyle uğraşmaktadırlar. Ve pseudo gen ismini bile haketmeyen çok daha fazla DNA vardır. Bunlar da ikileme ile oluşmuşlardır fakat işlevsel genlerin ikilenmesi ile değil. Bunlar sürekli kendini tekrarlayan süprüntülerin birden fazla kopyasından ve diğer saçmalıklardan oluşurlar. Yaradılışçılar yaratıcının neden genomları çevrilmeyen pseudo genlerle ve tekrarlayan DNA süprüntüleriyle çöplüğe döndürdüğü üzerine zaman ayırıp ciddi ciddi düşünebilirler.
Genomun gerçekten kullanılan bölümünün bilgi kapasitesini ölçebilir miyiz? En azında tahmin edebiliriz. İnsan genomu ile ilgili olarak bu oran yaklaşık % 2 dir. Satın aldığım günden bu yana hard diskimin kullandığım oranından epey az.
Genomun toplam ve gerçekte kullanılan bilgi kapasitelerini ölçmek birşeydir. Fakat gerçek bilgi içeriğini kestirmek daha da zordur. Muhtemelen yapabileceğimiz en iyi şey genomun kendisini unutmak ve sonuçta ortaya çıkardığı ürüne ‘fenotipe’, hayvan ya da bitkinin çalışan bedenine bakmaktır.
Örneğin bir ıstakozun bir kırkayaktan daha karmaşık (daha gelişmiş, bazıları daha evrilmiş bile diyebilir) olduğuna dair bir sezgisel düşüncemiz vardır. Bu sezgimizi doğrulamak ya da yalanlamak için herhangi bir şeyi ölçebilir miyiz? Gerçek anlamda bitlere (byte) çevirmeden her iki bedenin bilgi içeriği hakkında aşağıdaki gibi yaklaşık bir tahmin yapabiliriz. Istakozu tanımlayan bir kitap yazdığınızı hayal edin. Şimdi de kırkayağı tanımlayan ve eşit seviyede detaya yer veren başka bir kitap yazın. Bir kitaptaki kelime sayısını diğer kitaptaki kelime sayısına bölünce elinizde ıstakoz ve kırkayağın göreceli bilgi içeriğine dair yaklaşık bir tahmin bulunur…
Bu şekilde bir ıstakoz ve kırkayağı karşılaştırmak doğrudan evrimci açıdan ilgi çekici bir olay değildir. Çünkü hiç kimse ıstakozların kırkayaklardan evrildiğini düşünmez. Hiçbir modern hayvanın bir başka modern hayvandan evrilmediği açıktır. Bunun yerine herhangi bir çift modern hayvanın jeolojik tarihin (prensipte) yeri saptanabilir bir anında yaşamış olan son bir ortak ataları vardır. Hemen hemen bütün evrim geçmişte çok uzun zaman önce gerçekleşmiştir ve bu da detayları incelemeyi zorlaştırır. Eğer elimizde inceleyebileceğimiz atasal hayvanlar olsaydı bilgi içeriğinin artıp artmadığını görebilirdik. Fakat ‘kitap kalınlığı’ düşünce deneyini bu hayvan sanki varmışçasına sorunun ne anlama geldiği üzerinde bir fikir birliğine varmak amacıyla kullanabiliriz.
Cevap evrimin genelde ilerleyici olup olmadığı ile ilgili şiddetli tartışmalara bağlı olarak karışık ve ihtilaflıdır. Ben sınırlı bir şekilde evet diyenlerin kampında bulunuyorum. Meslektaşım Stephen Jay Gould bir hayır cevabına meyillidir. İnsanın uzak bakteri atalarımızdan evrimi sırasında açıkça belli bir artan bilgi içeriği gidişatı olduğunu kimsenin inkar edebileceğini zannetmiyorum. Ancak insanlar iki önemli soru üzerinde aynı fikirde olmayabilirler; ilki böyle bir gidişatın her yerde mi yoksa evrimsel soyların büyük çoğunluğunda mı olduğu (örneğin parazit evrimi sıklıkla azalan vücut karmaşıklığına doğru bir gidişat gösterir çünkü parazitlerin basit olmaları daha iyidir). İkincisi nesillerin uzun dönemli gidişatları toplamında çok açıksa da birçok geri dönüş ve zikzaklar çizmesinin daha kısa dönemde ilerleme fikrinin kendisini baltalayıp baltalamadığıdır. Bu ilginç anlaşmazlığın çözüme kavuşturulacağı yer burası değildir. Her iki tarafda da iyi savları olan ünlü biyologlar vardır.
Son olarak evrim sürecinde genomların bilgi içeriklerinin artıp artmadığına dair başka bir açıdan mantık yürütmeme izin verin.
Düşündüğünüz zaman doğal seçilim süreci ilk baştaki mümkün bütün seçeneklerin seçilmiş olan daha az miktardaki seçeneklere indirgenmesidir. Rastgele genetik hatalar, cinsel birleşimler ve göçebe melezlemelerin hepsi geniş bir genetik çeşitlilik alanı sağlar. Mutasyon gerçek bilgi içeriğinin artışı değildir. Hatta tersidir çünkü ilk belirsizliği arttırır. Fakat doğal seçilime geldiğimizde seçilim ilk belirsizliği azaltır ve bu yüzden gen havuzuna bilgi katkısında bulunur. Oluşan her nesilde doğal seçilim en az başarılı genleri gen havuzundan kaldırır ve böylece geriye kalan gen havuzu daha dar bir alt küme olur. Daraltma rastgele değildir ilerleme istikametindedir. Darwinci bakış açısıyla ilerleme en uygun olanın hayatta kalmak ve üremek için gelişmesi olarak tanımlanır. Tabii ki çeşitliliğin toplam miktarı her yeni nesilde mutasyon ve diğer çeşitlemelerle tekrar tazelenir. Fakat yine de doğal seçilimin ilk baştaki geniş çaplı olasılıklar alanını en başarısızlar da dahil olmak üzere daralttığı başarılı olanların kaldığı daha dar bir alana indirgediği gerçeği hala geçerli kalır. Bilgi ilk baştaki belirsizliği (en baştaki olasılık çeşitlerini) sonraki kesinliğe (baştaki olasılıklar arasında yapılan başarılı seçimler) indirgeyen şeydir. Bu benzetmeye göre doğal seçilim tanım gereği bilginin gelecek neslin gen havuzuna eklendiği bir süreçtir.
Metis yayınları 2010 yılının ajandasında inanmama hakkını konu almış. Fiyatı oldukça uygun (3,20 TL) ve ajandadan çok, değerli fikirlerin serpiştirildiği bir kitapçık gibi. Ajandanın sunuş bölümü şöyle;
Bu ajandayı hazırlayan bizler, inanma hakkına saygı duyuyoruz. Ama biraz daha derin bir saygıyı, inanmama hakkına duyduğumuzu da belirtmemiz gerek.
İnanmanın bir kez daha tartışılmaz bir şekilde insan varoluşunun temellerinden sayılmaya başladığı günümüz dünyasında, (ülkesine ve mekânına bağlı olarak) inanma hakkı örgütlü dinlerle, devlet bütçeleriyle, polis ya da asker kuvvetleriyle koruma altına alınmış durumda; buna karşılık, varoluşlarını inanma temelinde tanımlamak istemeyenler genellikle tekil, münferit ve örgütsüzler. Doğduğumuzda dinsel bir kimlik edindiğimiz varsayılıyor ve dünya karşısındaki duruşumuzu nasıl tanımladığımız sorulmadan bu kimlikler atfediliyor bize; üstelik yirminci yüzyılın sonlarında başlayan bu yeniden dinselleşme eğilimi siyasi, tarihsel bir gelişme değil de doğal bir oluşummuşçasına kabullenmemiz bekleniyor. Vicdana, adalet ilkelerine, ortak hukuk arayışına dayalı mutabakatlar oluşturmak yerine kendi seçimimiz olmayan kimliklerin sözcülüğünü yapmamız bekleniyor. Dolayısıyla, saygı duyup haklarının tanınmasını istediğimiz inanan kesimlerin bizlerin inanmama hakkını bertaraf edeceği kaygısından kurtulamıyoruz, ki gerek dünyanın gerekse ülkemizin tarihine şöyle bir göz atıldığında pek de yersiz olmadığı görülen bir kaygı bu.
Dinsel, etnik, cinsel vb. kimliğiyle yaşamak isteyenin bu haklarına sahip olması demokratik bir toplumun esasıdır kuşkusuz; ancak kendisini bu tür verili kimliklerle tanımlamak istemeyenlerin vatandaşlık haklarının da aynı tavizsizlikle savunulması, eşit ölçüde meşru bir haktır bizce.
İnanmama hakkının da bir insan hakkı olarak tavizsiz uygulanacağı bir dünya ve ülke umuduyla, bu ajandayı kendisine dinsel kimlik dayatılmasından illallah diyenlere sunuyoruz...
— Metis editörleri
Evrim Tartışması Ali Demirsoy
Soru: Evrim Mekanizmasını Neden Kolaylıkla Herkes Anlayamaz?
Evrim hep uzun süreçli bir işleyiştir; özellikle doğa tarihini kurmamış temel bilimleri yaygınlaştırmamış toplumlarda, evrim mekanizmasını anlamak daha da zorlaşmaktadır. Örneğin mutasyonlar bir insanda her kuşak boyunca kişi başına yaklaşık 32.000 genden ancak 10-15 kadarında olduğu varsayılır. Mutasyonların %99 kural olarak o mutasyonun meydana geldiği ortamda bulundurduğu canlıya zarar verir. Yararlı mutasyonu taşıyanın seçilme şansı ise binde bir sayılır (çünkü yararlı mutasyonu taşıyan bir bireyin sadece o özellik bakımından üstün olması yetmez ki, diğer özellikler de başarılı olduğu zaman bu bireyin seçilme şansı artar; çok defa uygun olmayan özellikler, bu yararlı özelliğe eşlik etmedikleri için, elenirler). Böylece yararlı bir mutasyonun korunup da gelecek kuşaklara güçlendirilerek aktarılması yüz binlerde bazen milyonlarda bire kadar düşer; ancak seçilmeye başlanmışsa, koşullar uygun olduğu sürece bu seçilmeye yeni özellikler de eklenerek sürebilir. Belirli bir yere geldiğinde alt türe, daha sonra da türe farklılaşır. İki farklı topluluk (populasyon) bir zaman sonra eşeysel olarak birbirlerini cezbedip çiftleşemeyecek duruma geçerler (bu işleyişin yasaları Hardy-Weinberg Kuralları olarak bilinir) . Ancak bu süreç çok uzun zaman alır; işte evrimleşmenin çok uzun bir sürede gerçekleşmesinin nedeni de budur; yavaş işlemesinden kaynaklanır. Elinde yeterince örnek olmayan ve doğanın işleyiş mekanizmasını öğrenemeyenler için, evrim mekanizmasını anlamak bu nedenle zor olmaktadır.
Çare: Yaratılışçılığa sığınma… Emek çekmenize, kafa yormanıza, para harcamanıza, hatta yerinizden kalkmaya bile gerek göremezsiniz… Adaları araştırmak, denizlerin dibine inmek, bilim müzeler kurmak, örnek toplayıp onları araştırmak, dağların tepesine çıkmak gereğini duymazsınız; bırakın onları aptal evrimciler yapsın… Nasıl olsa sizin –düşünmeden biat edecek- sömüreceğiniz büyük bir kitle her zaman yanınızda, arkanızda yer almaktadır; bu kitlenin gözlerinin açılmaması gerekli; ikbalinizin devamı için elinizdeki tüm araçları kullanarak evrimcileri, Darwin’i ve evrim kavramını kötülemeniz yeterli…
Prof. Dr. Ali Demirsoy
Hacettepe Üniversitesi
SİTOKROM-C
Yaratılışçıların sürekli çiğnedikleri, ancak neyi çiğnediklerini anlayamadıkları bir öykü:
Enzimler, bir tepkimeyi, canlılığın bütünlüğünü bozmadan, düşük sıcaklıklarda en hızlı şekilde gerçekleştirmek için canlıların işletim sistemi için evrimleşmiş moleküllerdir ve çoğunluk da orta büyüklükte moleküllerdir. Böyle bir molekülün geçmişini (evrimleşmesini) ve filogenetik (canlıların akrabalık ilişkilerini) bilmeden atomlarının ya da molekülü oluşturan alt birimlerinin dizilişindeki olasılığı hesaplamaya kalkışırsanız, hangi molekülü alırsanız alınız, karşınıza inanılmaz küçük bir olasılık çıkar ve bunun bir rastlantı sonucu olarak ortaya çıkamayacağı sanısına kapılırsınız. Bunlardan en çok söz edilenlerden biri, canlılarda solunum işlevinin bir parçası olan mitokondrilerde oksijeni bir yandan öbür yana taşıma görevini yüklenen sitokrom-c’dir. Açık oturumlarda, evrim karşıtı tartışmalarında ve yayınlarda sık sık gündeme getirilen bu molekülün –öğrenmek isteyenler için- durumunu açıklama gerekliliği doğmuştur.
Söz konusu olasılık, 20 farklı amino asidin (biz buna yirmi farklı renkteki boncuğun diyelim), 100 tanede oluşan bir tespih şeklinde (yani sitokrom-c şeklinde) dizilmesinde, herhangi bir kombinasyonun ortaya çıkma olasılığıdır. Örneğin birden 100’e kadar, örnekleme verirsek 1. sırada, mavi boncuk, 5. sırada sarı boncuk, 87. sırada kırmızı boncuk ve buna benzer yüzlük bir dizilimin ortaya çıkma olasılığı her zaman 20 üzeri 100 ‘dür (buradaki 20 boncuk çeşitlerini, 100 de tespihteki boncuk sayısıdır). Böyle bir molekülün birden bire ortaya çıkma olasılığı her zaman budur.
Ancak:
Sitokrom-c’nin 20 üzeri 100 olasılıkla birden bire ortaya çıktığını ben söylemiyorum ki; onu yaratışçılar söylüyor. Evrim, bir şeyin hemen ortaya çıktığını söylemez.
NOT:Karmaşık yapıların rastlantısal olarak ve bir seferde oluştuğunu savunan evrimciler değildir. Sadece yaratılışçılar evrim teorisinin bunu önerdiğini söyleyerek gerçekleri çarpıtırlar. Evrim rastlantısallığa alternatif olarak doğal seçilimi önerir (bkz. İmkansızlık dağına tırmanmak. Richard Dawkins).
Onun milyonlarca yıl içerisinde nasıl geliştiğini açıklar. Böyle bir molekül seçile seçile bugüne kadar gelmiştir. Bu nedenle her canlı kendine özgü sitokrom-c taşır ve molekülün benzerliği de türler arasındaki akrabalığın derecesini yansıtır. Yani bu molekül sihirli bir molekül değil, çeşitlenebilir; çeşitlendiği zaman bile birçok kombinasyonu çeşitli ortamlarda iş yapabilir molekül olarak ortaya çıkar.
Yaratılışçıların sürekli ağızlarında çiğnedikleri bir istatistik hesap vardır. Esasında bu hesabın bu denli yaygın kullanılmasına zemin hazırlayan da benim yazmış olduğum, 1984 tarihli Kalıtım ve Evrim kitabımdır. Orada insandaki bir sitokrom-c’nin ortaya çıkma şansı 20 üzeri 100 olarak verilmiş ve bunun olasılığının bir maymunun insanlık tarihini yanlışsız olarak daktiloda yazması kadar düşük bir olasılık olarak verilmiştir. Bu özünde dikkati çekmek için yazılmıştı. Nereden bilebilirim hekimlik eğitimi yapmış olanların bile bunu anlayamayacaklarını ve kürsüye çıktıklarında her zaman büyük bir açık yakalamış gibi sürekli dile getireceklerini.
Bu molekül sihirli bir molekül değildir. Çeşitli varyasyonları da iş yapabilir. Örneğin 100 birimlik bir dizilimde 20 amino asit olması ve 20 amino asidin 100’lük bir dizilimde belirli bir sıraya oturtulma olasılığı 20 üzeri 100 ’dür, maymunlarla bizim aramızdaki fark sadece 54. sıradakidir (yalnızca bir adet amino asit); diğerleri aynıdır, köpekle 15, bira mayası ile 84 yerde farklılığımız vardır.
Bu hesap esasında evrimdeki akrabalıkların kanıtlanması için tarafımdan Türk halkına tanıtılmıştır. Gel gelelim ki anti evrimciler bunun ne anlama geldiğini –bugüne kadar- anlayamadılar. Bu hesapta diyoruz ki, bir insanın sitokrom-c’sinin bu şekilde dizilme şansı 20 üzeri 100’dür; bir maymunda bu molekülünün sadece 54’ncü amino asidi bizimkinden farklıdır. Yani maymun ile benim bu molekül açısından bir rastlantı olarak benzer olma şansımız 1/20 üzeri 99 dur, yani 1 rakamını, arkasına 99tane sıfır konmuş 20 rakamına bölerseniz (yani 20.000…..) çıkan sayının olasılığı kadar biz rastlantı olarak maymunla aynı molekülü paylaşmışızdır. Böyle bir olasılık kural olarak yok demektir.
Ancak aynı kökenden gelmiş isek, sadece bir mutasyon ile son aşamada birbirimizden ayrılmışız demektir, yani ortak atadan evrimleşmişiz demektir. Hayvanlar âleminde bize genel yapısı ile ne kadar benzerlik gösterenler varsa, benzerlik oranında bu moleküllerde de o denli benzerlik bulunmaktadır. Bira mayası bana çok uzak bir benzerlik gösterdiği için de 84 tanesi benimkinden farklıdır.
Ancak, bunu dogmatikler bir türlü anlayamadılar. Esasında güreşte künde diye bir oyun vardır; birinin sırtını yere yapıştırmak için abanırsınız, ancak karşıdaki sizin hemen anlayamadığınız, ancak sizin oynamaya çalıştığınız bir oyun ile sırtınızı yere yapıştırır. Yıllardır bu hesabı gündeme getiren yaratılışçılar, kendi sırtlarının bu hesapla mindere yapıştığının bile farkında değiller. Zaten olsaydılar, daha fazlasını öğrenmek için arkamıza düşerlerdi; anlayamadıkları için şimdi önümüzü kesmeyle uğraşıyorlar…
Yani bu sihirli bir dizilim değil, çeşitli varyasyonları olan ve çoğu varyasyonunun da çeşitli canlılarda işlev yaptığı bir moleküldür. Ancak bunu anlayabilmek için biyoloji bilimini, özellikle canlılar âlemini iyi bilmek gerekiyor. Hekimlerin bunu anlamasındaki zorluk bundan kaynaklanıyor.
Bu verilen örneği, herkesin anlayabileceği bir örneği çevirmek istersek, anahtar ile kilit mekanizmasını incelemeyle başlayalım. Bilindiği gibi, dişli ya da tırnaklı anahtarlar; ancak kendine uygun bir kilit bulduğu zaman kilidi açabilir. Kural olarak bir anahtarın diğer anahtara benzeme şansı yoktur. Bir iki santimlik bir anahtarda bile bir anahtarın diğer anahtara benzeme şansı yoktur. Bir anahtar düşünün ki, kendi üzerinde de küçük dişçikler (bu dişçiklerin sayısı insanda yaklaşık 3.4 milyardır) taşıyan, 32.000 kadar niteliği (yüksekliği) farklı tırnak ya da diş (gen) taşısın. Daha sade bir tanımla bir anahtarda yükseklikleri birbirinden rastlantısal olarak farklı 32.000 diş bulunsun. Anahtarcı, burada doğal seçilim mekanizmasıdır; anahtarların dişleri ile kilidin girintileri birbirine uyum yapınca çalışmasına izin veriyor; uymadığında anahtar daha deliğe girmeden ya da işlevsiz olduğu anlaşıldıktan sonra etkisiz hale getiriliyor; sürekli deneme-yanılma yöntemi ile bu deney sayısız birey üzerinde deneniyor. Hangi anahtar hangi kilidi açıyorsa, o kapı açılıyor ve yeni bir yola giriliyor; buna evrimsel hat diyoruz. Her zaman uygun anahtar ya da kilit bulunabiliyor mu? Hayır. Bu uygun anahtar-kilidi bulamayan türlerin hepsi zaman içinde ortadan kalktı. Her zaman en iyi anahtar-kilit mekanizması bulundu mu? Onun da yanıtı hayır. Öyle olsaydı soyu tükenen türler olmayacaktı.
Bilimden haberi olmayanlar, bir protein molekülünün oluşma olasılığını vererek, bunun ancak bir mucizeyle ya da bir yaratanla oluşabileceğini ileri sürerler. Bilimsel alt yapısı olmayanlar da bunun, bu hesabın nedenini kavrayamadıkları için, birden ol buyruğunu kurtuluş olarak görerek, dört elle sarılırlar. Yaratılışçılar, görüyor musunuz halkımızın %90’ evrime inanmıyor diyerek güçlü bir dayanak bulduklarını zannediyorlar. Halkın %99’ı evrime hayır dese bile, bu evrim mekanizmasının olmadığı anlamına gelmez. Görsel ve yazılı basının içine düştükleri yanılgılardan biri de budur; çoğunluk nerede ise doğru odur; bu ancak emperyalist ülkelerin sömürülecek ülkelere dayattıkları - geleceğimizi karartsa da çoğunluk neredeyse doğrusu odur - demokrasi modelinde ya da uygulamasında geçerlidir; bunun bilimde hiçbir geçerliliği yoktur. Çünkü 70 milyon gecekondu, bir Süleymaniye etmez de ondan…
14.08.2009 tarihinde Haber Türk televizyonunda yapılan tartışmalarda görüş bildiren ve soru soran bilim adamlarının yaklaşımlarının, -ne yazık ki sunucu, çoğunun üniversitelerde biyoloji bölümlerinde öğretim elemanı olduğunu söyledi- durumumuzun hiç de iç açıcı olmadığını gösterdi. Örneğin İTÜ genetik bölümünden (hem de genetik bölümü), biri, konuşmacılara, birkaç bin atomdan meydana gelmiş dev bir enzim molekülünün saniyenin kesirleri içinde nasıl doğrulukla katlandığını açıkla gibi,- kendince çok zor- bir soru yönlendirdi. Bu, ne yazık ki, meslektaşımızın, biyokimyanın daha temel ilkesini bilmediğini gösterir. Proteinlerin bu kadar büyük yapılmasının nedeni, hedef molekülü tanıyarak doğrulukla kilitlenmeyi ve kendi üzerinde doğru katlanabilmeyi sağlamak için bile olduğunu anlamadan üniversiteye öğretim elamanı alınmış; bu en azından üniversiteler açısından ürkütücü… 11 haneli bir telefon numarası ile dünyadaki herhangi bir telefona nasıl saniyeler içinde doğrulukla bağlanıyorsak, özel dizilimli enzim molekülü de uygun yerlere öyle bağlanarak katlanıyor.
Bu kadar büyük bir molekülün evrimi mi? Unutmayın bir zamanlar telefon numaraları 4 haneliydi, sonra 5 oldu, sonra 6 haneli oldu, sonra 7 haneli oldu ve bugün en az 11 haneli oldu; hepsi de iş görüyordu; ancak daha dar bir alanda.
Enzimler de küçük yapılı moleküllerden olabilirdi; kataliz edecek molekülün ille de büyük olması diye bir kural yoktur. Ancak belirli sayıdan küçük olan bir molekülün başka bir molekül tarafından taklit edilme şansı çok yüksek olacağından ve hata yapma olasılığı artacağından (katlanma ve hedef bulmada olduğu gibi), moleküldeki atom sayısını artırma eğilim korunmuştur. Sonuçta bugün (özellikle evrimini bilmeyenlerin) birçoğumuzun hayranlık duyduğu moleküller ortaya çıkmıştır.
Moleküller karmaşık olmayıp da basit kalsaydı ne olurdu? Birbirinden bu denli farklı çok sayıda canlı olmazdı; zengin bir biyoçeşitlilik oluşmazdı. Pekâlâ, dünyada daha zengin bir biyoçeşitlilik olabilir miydi? Olabilirdi. Niye olmadı? Bunun için biyolojik evrimleşmenin tarihsel olarak gerilerine uzanmamız gerekir. Ozon tabakası, güneşten gelen güneş ışınlarının sadece bazı boylarını yeryüzüne bıraktığı için ve bu dalga boyları da ancak belirli moleküllerin sentezlenmesine için verdiği için, her türlü molekül değil; ancak belirli moleküller sentezlenebilmiştir. Bu nedenle bu molekülleri yapı taşı alan canlılarda da sadece alfa amino asitler, sadece ışığı sağa çeviren şekerler kullanıldı ve enerji kaynağı olarak da ATP kullanılmaya başlandı. Beta amino asitleri, ışığı sağa kıran şeker formlarını, enerji kaynağı olarak da ayrıca GTP’yi kullansaydı ne olurdu? Bugünkünden çok daha zengin ve renkli bir dünya olurdu. Aynen iki elimizden sadece birini (solu ya da sağı) kullandığımız zaman yaptığımız iş ile iki elimizi kullandığımız zaman yaptığımız iş arasındaki fark gibi. Ozon tabakası bize sadece bir elimizi kullanacak olanağı sağlamış… Öbürü esirgenmiş…
Açık oturumlarda sorulan bilinçsiz (bazen aptal) sorulardan bir tanesi de “ilk canlı nasıl ve ne zaman oluştu”? Evrim mekanizmasını anlatmakla kendini yükümlü sayan insanlar da, bildikleri ve dilleri döndüğü kadarıyla bunun nasıl oluştuğunu anlatmaya çalışırlar. Hiçbir zaman da tam anlatamadıkları için, program bittiğinde bu soru yanıtsız kalır. Şunun iyi çok bilinmesi gerekir: Canlılık, organize ve belirli görevleri yapan bir sistem olarak sahneye çıkmadı. Birkaç on dizilimden oluşan bir molekülün (RNA olarak bilinen) kendini çoğaltma yeteneği kazanması ile yola çıktı. Buna moleküler evrim diyebiliriz. İnorganik moleküllerden daha sonra canlılığın temellerini oluşturacak, kendi kendine ya da basit aracılar kullanmak suretiyle kendini çoğaltabilecek, bugünküne göre çok daha basit organik (biz buna organoyik diyoruz) moleküllerin oluşması ile evrimleşme başladı. Zamanla gelişti. Ne zaman ki, çevre koşullarını algılayacak (duyu almaçları) ve tepki gösterecek organizasyonu (uyarılabilme) kazandı, o zaman canlı adını aldı. Yani canlılık koşmaya, canlı olmayan moleküller ile başladı…
Böyle bir başlangıç molekülü başka bir gök cisminde de oluşabilir mi?
Sıcaklık ve koşullar uygunsa oluşmaması için bir neden bulunmamaktadır.
Pekâlâ, bizim organizasyonumuz gibi bir canlı o gök cisimlerinde evrimleşebilir mi?
Bunun yanıtı: Çok zor. Çünkü moleküler evrimin karmaşık canlıların evrimine dönüşme koşulları çok daha sınırlı görünmektedir. Gök taşlarında zaman zaman amino asit ve canlıların ilkin yapı taşlarına benzer moleküllerin bulunması, moleküler evrimin karmaşık bir canlı sisteminin ayakta kalamayacağı ortamlarda bile oluştuğuna işaret eder.
Görsel basında, sürekli, yaratılışçılar çıkarak Tanrısal oluşumu ya da evrimciler çıkarak biyolojik evrimleşmenin nasıl olduğunu halka anlatmak için çırpınırlar. Evrimleşmeyi anlatmaya çalışanların çabalarını saygıyla karşılıyorum. Ancak, bunun zannedildiği gibi yaygın bir etkisi olmayacağını da 44 yıllık bir öğretim üyesi olarak söylemek zorundayım. Çünkü evrim mekanizmasını bilen bir kişi (Türkiye’de bunların sayısının birkaç elin parmağını geçmeyecek kadar az olduğunu söyleyebilirim) zaten bunları tartışma gereğini duymaz; onların derdi bu mekanizmadaki gitmezleri ya da bilinmezleri açıklamadır, araştırmadır. Mekanizmayı bilmeyen bir kişi için de evrim mekanizmasını televizyonlardan anlamak hemen hemen olanaksızdır.
Ancak evrim kavramı farklı bir yaklaşımdır. Evrim mekanizmasıyla yakından ilgilidir; ancak bire bir örtüşmez. Nükleer santraların kullanılması ile nükleer santraların işleyişinin tartışılması gibi (birincisinde çok kişinin söyleyeceği bir şey vardır; ancak ikincisinde, yani işleyişinde söyleyecek ya da anlayacak birkaç kişi bulabilirsiniz). Evrim kavramını Türkiye’de benimsemiş çok sayıda insan vardır. Bunlar dogmadan kurtulmuş, yeniliklere açık; A olarak girdiği bir yerde, dinledikten ve öğrendikten sonra fikrini değiştirerek B olarak çıkabilen; geleceğe aydınlık adımlarla ilerleyen, aklı ve bilimi kendine rehber yapmış kişilerdir. Esas geliştireceğimiz kesimler bu kesimdir; çünkü yeniliklere açıktır. En azından kararlarında aklı kullanırlar.
Evrim Tartışması (Ali Demirsoy)
Soru:Sık sık gündeme gelen ara formlara ait fosil kalıntısı nedir ne değildir?
Bunun için ilk olarak evrimi ve genetik bilimini anlayabilmek açısından son derece önemli olan populasyon genetiğini bilmek gerekir. Yanılmıyorsam üniversitelerimizin ancak birkaçında bu hesaplamalar öğretilmektedir. Eğer bir kişi ara form soruyorsa ya da söyle bakalım, falanca tür ne zaman ortaya çıktı diyerek kesin bir tarih istiyorsa, o kişinin populasyon genetiğinden hiç haberi olmadığını hemen anlayabilirsiniz.
Bir defa türler, gökten zembille iner gibi, birden bire inmezler; bir topluluğun içindeki özelliklerin doğal seçilimi ile (çok yavaş işleyen bir mekanizma; bunun açıklaması daha sonra verilecek) ayıklanması ya da teşvik edilmesi onlarca, yüzlerce, bazen binlerce kuşağa ve binlerce yıla gereksinme gösterir. Bir merdivenin basamağından bir kattan bir üsteki kata çıkma gibi; her basamakta bir miktar değişim izlenir. Bu değişime, bir kazan suyun içine çok yavaş bir hızla damla damla mürekkep akıtma gibidir (toplumdaki gen frekansının yükseltilmesi). Ne zaman rengin tam olarak döndüğünü söyleyemezsiniz. Yani, bir tür ile evrimleşmiş türü toplayıp ikiye bölmeyle ara formu bulamazsınız. Bu nedenle bilimsel araştırmalarda fosil serisi ya da sistematik çalışmalarda örnekleme sayısı kullanılır.
Dogmatiklerin ya da yaratılışçıların hayalindeki ara form, örneğin atla, kuşu toplayıp ikiye böldüğünüzde her ikisinin özelliğini yarı yarıya gösteren bir canlıyı bulmadır. Böyle bir canlıyı bulana da ödül koyarlar. Çünkü populasyon genetiğini bilmezler.
İki tür arasında elde yeterince (her basamağı temsil edecek) geçiş formu bulunmayan, ancak merdivenin tam ortasında iken fosil bırakmış ara formlardan biri bulundu ve Archeopteryx adı kondu. Archeopteryx, diş taşıdığından, kanatlarında pençe kalıntıları olduğundan, kuyruğundaki tüylerin kuyruk gibi bir aks üzerinde yelpaze gibi değil de bir ağcın dalları gibi dizilmiş olmasından (sürüngen kuyruğundaki pul dizilimi gibi), pullu bacaklara sahip olmasından sürüngenlere; göğüs kafesinin yapısı (carina), ön üyelerinin kanat şekline dönüşmesi, teleklerinin olması, gagasının olması ve üyeler hariç diğer kısımlardaki pulların yitirilmesi ve genel vücut yapısı bakımından da kuşlara benzer.
Yani yaratılışçıların tam hayal ettiği gibi bir ara form, yarısı ondan yarısı bundan. Gel gelelim ki, evrim karşıtları, bu sefer de bunun neresi kuş, bak sürüngene benziyor, ya da bunun neresi sürüngen kuşa benziyor diyorlar. Esasında kendileri de ne istediklerini bilmiyorlar.
Bu örnek çok konuşulduğu için burada verilmiştir. Eğer bir fosil bilimcinin müzesine ya da laboratuarına uğrarsanız, merdivenin basamağından yukarı çıkarken çok sayıda fosil bırakmış örnek bulabilirsiniz. Sistematik bilimi bu geçiş formlarının benzerliği üzerine kurulmuştur. İki tür arasındaki yaşayan geçiş formları bugün bilimde alttür olarak bilinir ve adlandırılır.
Evrim Tartışması (Ali Demirsoy)
“At izinin, it izine karıştığı tartışma”
Soru: Big-Bang nedir ne değildir?
Bir santimetre küpü, yaşadığımız evrene taşındığında, trilyonlarca ton, sıcaklığı milyarlarca derece olan, henüz elektron ve proton düzenine ulaşmamış, atom altı parçacıklardan oluşmuş bir yapı, ona şimdilik plazma diyelim, belki oluşan gazlar ya da dinamiği gereği, hacmini genişletmeye başlamış, yani patlamıştır. Patlamadan önce, kütle çekiminin (gravitasyonun) sonsuz denecek mertebelerde olmasından dolayı, gravitasyonun bir fonksiyonu olan zaman, bu genişlemeye bağlı olarak başlamış, subatomik parçacıklar, ilk olarak proton ve elektron, çok kısa bir sürede (saniyeler içinde) atomik düzen içerisinde dizilmesinden dolayı (hadonik faz), basitten başlayarak gittikçe karmaşıklaşan elementlere dönüşmeye başlamış ve kütle ortaya çıkmıştır. Geleceğe doğru madde yayılımı başladığı, yani hacmini genişlettiği, fiziksel bir anlatımla hareket ve atomik yörüngeler oluştuğu için sıcaklık değişimleri ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bugün NEWTON Fiziğinin ana ilkeleri olarak bilinen ve evrenin mimarisini oluşturan doğanın dört unsuru, bu evrede oluşmuştur: Zaman, Kütle, Hız ve Sıcaklık.
Soru:Big-Bang, yaratılışa mı yoksa evrimsel kurama mı kanıttır?
Evrim yoktan var edilmeyi tartışmaz ve savunmaz; var olanın nasıl daha karmaşık (daha doğru bir yaklaşım ile daha başarılı) hale dönüştüğünü açıklar. Bu nedenle yaratılışçılar, eski bir yaklaşım ile Big-Bang olayına dört elle sarılırlar; çünkü zannederler ki Bing-Bang’de evren yoktan var ediliyor. Hâlbuki Cenevre’nin Cern kentinde yapılan ve yapılacak, maliyeti 10 milyar doları bulan araştırma, yoktan var edilmeyi değil, var olandan yeni bir durumun nasıl ortaya çıktığını öğrenmek için planlanmış bir araştırmadır. Big-Bang’i yaratılış olarak alan ve ballandıra ballandıra anlatan (ne yazık ki fizik mühendisi olduğunu söyleyen ve birçok kitap yazdığı belirtilen şahıslar da açık oturumlara telefonla bağlanarak Big-Bang’i Tanrının bir ürünü olarak sunuyor) yaratılışçı kesim, yapılan çalışmanın ne olduğundan habersizdir.
Cern’de çalışmalar, yanılmıyorsam 1990’lı yıllarda evrenin bütünlüğü ile ilgili yapılan kuramsal çalışmaların sonuçlarını sınamak için yapılıyor. Evreni bütünlük içinde tutuca güçler incelenirken, bir madde kaybının izlerine rastlandı ve bunun nedeni araştırılıyor. Kuramsal çalışmalar, başka yasaların geçerli olduğu (fermiyon, gluyon, graviton, kuark, mikrotroton, pozitron, tevatron, nötrino, mezon, telonların vd. egemen olduğu) bir evrenden, atom düzenine geçilen, Newton yasaları olarak bilinen (yani kütlenin, zamanın, enerjinin ve hızın) yasaların egemen olduğu bir evrene geçişte Higgs Bozonu 1 diye bir parçacığın çıkabileceği hesaplandığı için, bu bozonların deneysel olarak saptanması gündeme gelmiştir. On milyar dolarlık deneyin aslı astarı budur. Eğer bu bozonlar deneysel olarak da kanıtlanırsa, evrenin hiç yaratılmadığı, hep var olduğu, sadece 13.7 milyar yıl önce büyük bir patlamayla başka yasaların (Newton yasalarının) geçerli olduğu bir evrene dönüştüğü anlaşılacaktır. Big-Bang bir başlangıç değil, yasalar açısından devrimsel nitelikte bir dönüşümdür. Bunun farkına varan Vatikan büyük tepki gösterdi ve galiba deneyi de aforoz etti. Çünkü yaratılmayan bir evrenin yaratıcısı da olmayacaktı…
Bizim okumuşlarımız, hatta kitap yazmış fizikçilerimiz bile (14.08.2009 tarihli Haber Türk televizyonun programında) hala işin farkına varmadıkları için Big-Bang ile yaratılışçılara desteklerini sürdürüyorlar.
Bilim adamının derdi, evrenin ne için yaratıldığını araştırma ve ona anlam yükleme değildir onu din bilimcilere ve kısmen de felsefecilere bırakmıştır. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da uğraşıp dursunlar…Eğer böyle bir derdi olsaydı, evrenin canlılar bakımından, özellikle düşünen varlıklar açısından –kural olarak- neden boş durduğunu, 1000 ışık yılı çapındaki bir hacimde bile hiçbir yıldızda güneşteki gibi uydu olmadığını, yani canlı ve Tanrısına tapan düşünen varlıklar olmadığını görerek anlam yüklemeye çalışırdı. Eğer –dogmatiklerin ileri sürdüğü gibi- Tanrı varlığını hissettirmek istiyorsa, bunu çok daha fazla gök cisminde yapabilirdi. Eğer doğru anlam yüklemeye çalışıyorsanız, ilk olarak kendi düşüncenizdeki çarpıklığı düzeltmeyle işe başlamalısınız…
Bilimin ve bilim adamının derdi, evrenin nasıl işlediğini öğrenmedir. Bunun için Allah’ı ret etme ve yokluğunu ispatlama gibi bir çabası da olamaz. İstiyorsanız inanın der; ancak benim işime karışmayın da der.
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 5 ziyaretçi (7 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|