Michael J. Behe’nin, son kitabı olan The Edge of Evolution’da ortak atadan türemeyle ilgili yazdıkları yaratılışçılara ve akıllı tasarımın yaratılışçılığa yakın kanadına (ki maalesef kalabalık ve sesi çıkan kısmı bu kanatta bulunuyor) adeta bir ders niteliğindedir:
Bir yazarın başka bir yazarın bir kelimenin yazımında yaptığı alışılmadık bir yazımda hatasının aynısı yapmasında intihal iddiasının sağlamlaşması gibi iki farklı nesil, keyfi bir genetik kaza gibi gözüken birşeyi paylaştıklarında da ortak köken görüşü ikna edici hale gelir. Bu tür bir delil insan ve şempanze genomlarında görülür. Örneğin, insanlar ve şempanzeler diğer memelilerde C vitaminine yardımcı olan bir genin bozulmuş kopyalarını taşırlar. Bunun sonucunda ne insanlar ne de şempanzeler C vitamini yapabilirler. Eğer iki türün atası bu mutasyonu taşıyorsa ve onu soyundan gelen iki türe aktardıysa bu, durumu temiz bir şekilde açıklayacaktır.İnsanlar ile diğer primatların ortak bir atayı paylaştıklarına dair daha ikna edici delil, sadece çalışan değil aynı zamanda bozulmuş hemoglobin genlerinden gelir. İnsan DNA’sında, iki gama geni ile doğumdan sonra çalışan bir genin arasında bozuk bir gen (buna “sözde gen” denir) vardır. Bu gen, bir beta zinciri için çalışan bir geni yakın şekilde andırsa da dilizimindeki özellikler nedeniyle başarılı bir şekilde protein kodlaması yapamaz.Şempanze DNA’sı aynı pozsiyonda çok benzer bir sözde gene sahiptir. İnsan sözde geninin başlarında, genin deaktive olmasına neden olan iki tane belirli nükleotid değişikliği vardır. Şempanze sözde geninde de tam olarak aynı değişiklik vardır. İnsan sözde geninin biraz ilerilerinde bir yerde belirli bir harf eksiktir, burada eksilme mutasyonu olmuştur. Teknik deneylerden dolayı bu silinme, geri alınamaz şekilde genin kodlamasını karıştırmıştır. Tam da aynı harf şempanze geninde de bulunmamaktadır. İnsan sözde geninin sonlarına doğru bir harf daha kayıptır. Bu harf şempanze sözde geninde de kayıptır.İnsan ve şempanze DNA’larındaki aynı genlerdeki aynı pozisyonlarda aynı hatalar. Eğer bir ortak ata ilk olarak bu mutasyonel hatalara sahip olup sonrasında bu iki modern türün doğuşuna neden olduysa, bu durum bu iki türün neden bu hatalara sahip olduğunu açıklayacaktır. Şempanzeler ile insanların ortak ataya sahip olduğu görüşüne daha kuvvetli nasıl bir delil olabileceğini hayal etmesi zor.Sözden genlerde elde edilen bu kuvvetli delil insanların atasından çok ötesine işaret etmektedir. Geriye kalan birkaç bilmeceye rağmen Darwin’in, Dünya üzerindeki tüm canlıların biyolojik akrabalar olduğuna yönelik tespitinin doğruluğundan şüphe etmek için hiçbir sebep yok. (Michael J. Behe, The Edge of Evolution, s. 70-71)
Sanırım M. Behe herşeyi gayet açık bir şekilde ortaya koymuş. Bunun üzerine ortak atadan türemeyle ilgili yorum yapmayı gereksiz görüyorum. Sadece ufak bir noktaya açıklık getirmek isterim. Behe’nin evrim teorisini genel kabul gördüğü şekliyle desteklediğini iddia etmiyorum. Behe, elbette evrimin tamamen doğal nedenlerle, bilinçli bir tasarımcının tasarımı olmadan gerçekleşebileceğini kabul etmiyor. Benim burada göstermeye çalıştığım şey, ortak atadan türeme gibi su götürmez delillerle desteklenen, üzerinde tartışılması bile absürt olacak bilimsel gerçeklerin bazı insanlar tarafından hem de bilimsellik kisvesi altında saldırıya uğruyor olması ve bilimsellikle uzaktan yakından ilgisi olmayan, dürüstlükten uzak yöntemlerle eleştiriliyor olmasıdır. Eğer gerçekleri biraz olsun önemseyen, dürüst, samimi biriyseniz bu tip bilimsel gerçekleri hedef alanlara karşı tavrınızı ortaya koymaktan çekinmeyin. Gerçekleri savunmakla nahai olarak hiçbir şey kaybetmezsiniz.
Soruyorlar: nasıl bir maymundan gelebiliyoruz? Peki, neyden gelebilirdik ki başka. Bize en çok benzeyen canlı maymunlardır. Bu benzerlik hem dış görünüş hem de genetik malzemede kendini göstermektedir. Maymundan gelmek ne demektir?
Birçok evrimci “maymundan geldik demeyelim” der. Oysa bir maymundan gelmenin kötü bir yanı olmadığı gibi doğadan gelmenin iyi yanları da var. Maymundan geldik derken aslında hep ortak atalardan söz ediyoruz. Örneğin insan ile şempanzenin ortak atası 5-6 milyon yıl arasında yaşamıştır. Neye benzediği bilinmiyor, çünkü henüz tam bir fosil bulunamamıştır. Çünkü orman koşullarında fosilleşme pek olanaklı değildir. Organik maddenin fazla olduğu bir yerde fosilleşmeyi bekleyemeyiz.
Bizler primat takımı olarak ormanlarda yaşadık. Ormanlar ellerimizi ve bedenimizi biçimlendirdi. Eller ise beynimizi, beynimiz ise biz insanı yarattı. O yüzden bir kuştan veya bir kelebekten gelmiyoruz. Bizi biz yapan nedenlerden biri de -evrimsel sürecimizi- ellerimizi ve ilerisinde beynimizi biçimlendiren ormanlarda geçirmemizdir.
Ortak atamız 5-6 milyon yıl önce herhangi bir nedenden ötürü (büyük ihtimal kromozomlarda meydana gelen bir mutasyon sonucunda –çünkü ikiye ayrılan kolun birinde yani bizde 46, şempanzede ise 48 kromozom var-) tür ikiye ayrıldı ve insan kolu birçok elemeden geçtikten sonra günümüze ulaştı. Sayısal ırmak denilen gen havuzu yüz binlerce kuşak içerisinde en uygun olanı seçerek insanı yarattı. İnsanı yaratan neden yaşam sevincidir. Yaşama anlam verelim; ancak kendimizi anlamsızlaştırmayalım.
Bilindiği gibi insan 46, şempanze ise 48 kromozomludur. Moleküler kanıtlara göre şempanzeyle olan ortak atamız 5-6 milyon yıl önce yaşamıştır. Peki 5-6 milyon yıl önce, 48 olan kromozomlarımız ne oldu da 46 kromozoma düştü. Kayıp iki kromozom nerede?
Kayıp kromozomlara ne oldu sorusunu yanıtlamak için kromozomların yapısının bilinmesi gerekiyor. Kromozomların yapısı aşağıdaki gibidir.
Kromozomların uç kısımlarında bulunan telomerlerin özel bir DNA dizilimler vardır. Aşağıdaki resimde şempanzenin 12. ve 13. kromozomları insanın 2. kromozomunu meydana getirdiği rahatlıkla görülmektedir.
Bu DNA dizilimleri insanın ikinci kromozomunda, iki kromozomun birleştiği noktada yer almaktadır.
Aşağıdaki resimde görüldüğü gibi bu dizilimler şempanzenin 12 ve 13. kromozomlarının telomer bölümlerinin DNA dizilimleridir. Evrimin en büyük ve en sağlam kanıtlarından biridir bu.
Not: Slâytlar Doç. Dr Oğuz Altungöz’ün slaytlarından alınmıştır. Kendisine çok teşekkürler ediyorum…
Geçen gün Cüppeli Ahmet Hoca bir televizyon kanalında ince hesaplamalar yaparak ilk insan olarak inanılan Adem ve Havva’nın yaşını hesapladı ve sonuç olarak şunu dedi: “Adem ve Havva hesaplamalarıma göre 7000 (yedi bin) yıl önce yaşamıştır.” Sunucu sordu: “peki bilim insanları dünyanın yaşının milyarlarca yıllık süreç olduğunu söylüyorlar buna ne diyeceksiniz?” Cüppeli Ahmet Hoca: ben bilimden anlamam, uçuk rakamlar söylüyorlar, olamaz öyle şey” dedi.
Cüppeli Ahmet Hoca bilimi nasıl görüyor? Bilim, Cüppeli Ahmet Hoca için ne demektir? Bu sorular bizi insanın algı yaşamına götürüyor. Çağımızda, insan algısı yeterli mi?
Önce şu sorunun yanıtını verelim: Adem ve Havva eğer ilk insan olarak görülüyorsa moleküler saat hesaplamalarına göre Havva 140.000 yıl önce; Adem ise 60 bin yıl önce yaşamıştır. Yani Havva, Adem’den 80 bin yıl önce yaşamıştır. Kuşkusuz Adem ve Havva öyküsü bir söylencedir. Bu söylencenin kaynağı insanın algı düzeyinde yatmaktadır. İnsanoğlu 7 milyon yıl önce şempanze ile olan ortak atasından ayrıldı. Ama henüz konuşmayı ve alet yapmayı bilmiyordu. Modern sayılabilecek insan türü 1 milyon yıl önce ortaya çıktı. Günümüz insanın yapısına benzer en yakın atamız ise 100.000 yıl önce ortaya çıkmıştır. Yani bir başlangıç yoktur. Değişim ve dönüşüm vardır ve bu da doğanın ve bilimin özüdür.
İnsanoğlu, öteki canlılardan kendini ayırmak ve özel bir konuma sokmak için kendini yaşamın merkezine koymuştur. Oysa insan da öteki canlılar gibi biyolojik bir varlıktır, yalnızca o varlıkların en yeteneklisidir.
İnsanlar yaşamak istiyor, sonsuza dek. Ama neden ve niçin yaşamak istediklerini bilmiyorlar. “Yok olmak” gibi ürkütücü bir olayı beyinlerinde silmek için olmadık düşler kuran insanoğlu, gerçeği yaşatan bilince saldırarak düşlerini yaşatma çabası içerisine girmektedir. Oysa Epikür ne güzel demiştir: “Ölüm varken ben, ben varken ölüm yoktur.” İnsan algısı yani doğruyu/gerçeği algılama, evrimsel süreçlerde ortaya çıkar. Evrim bilinçsizliği bilince kavuşturan bir köprüdür…
Evrimin kanıtı genlerimizde gizlidir. Genler, iki canlının ortak atadan ne zaman ayrıldığını bize söylemektedir. Peki nasıl?
Her canlı belirli bir kromozom taşır. İnsanın 46, şempanzenin ise 48 kromozomu vardır. Ortak ata bu kromozomlarda gizlidir. Hem Y kromozomundan hem de Mitokondrial DNA’dan yararlanılarak ortak ata bulunabilmektedir. Mutasyon hızlarından yararlanılarak iki türün ne zaman ortak atadan ayrıldığını bilim bize söylemektedir.
46 kromozomdan biri olan Y kromozomunun özelliği, yalnızca babadan oğla geçmesidir. Eğer hiç mutasyon olmasa idi şempanze ile insan Y kromozomu aynı olacaktı. Y kromozomu mutasyona uğradığı için bugün bu mutasyon hızlarından yararlanılarak ortak atayı bulabiliriz.
Mitokondrial DNA 46 kromozomun bulunduğu çekirdek içerisinde değil, dışındadır. Canlı bir bakteriye benzeyen Mitokondrial DNA, Endosimbiyoz hipotezi’ne göre gerçekten de ortama uyumluluk sağlamış bir bakteridir. Zar yapısı ve birçok özelliği bir bakteriyi andırmaktadır. Lynn Margulis 1981 yılında bu kuramı ortaya attı ve bugün birçok kanıt bu kuramı desteklemektedir.
Mitokondrial DNA, anneden çocuğuna geçmektedir. Yine mutasyon hızlarından yararlanılarak bu yolla da ortak ataya ulaşılabilmektedir.
Bugün tüm hayvanların ortak ataları hemen hemen bulunmuştur. Daha doğrusu ortak atanın hangi tarihlerde (yaklaşık olarak) yaşadığı bilinmektedir. Örneğin hipopotam ile balinanın ortak atadan geldiği bu yolla kanıtlanmıştır.
İnsanın da ortak atası bu yolla bulunmuştur. Bizim en yakın ortak atamız şempanze iledir. Tarihler ise 7 milyon yıl önceyi göstermektedir. Ben bu canlıya şempanzenimsi diyorum. Şempanzenimsi’nin en yakın ortak atası ise 9 milyon yıl önce goril iledir.
Richard Dawkins Ataların Hikayesi adlı yapıtında evrimi sonda başa doğru işlemişti. Biz de evrimi günümüzden geriye doğru giderek irdeleyeceğiz. Çünkü geçmişin kalıntıları -özellikle genler- bize evrimin nasıl bir yol izlediğini net olarak gösterebilmektedir.
Bir soru soruldu: Neden primatlardan yani maymunsulardan geldik de bir kelebekten bir ya da bir kuştan gelmedik. Şunu iyi biliyoruz. Moleküler biyolojiye göre en yakın ortak atamız -şempanze ile- 6 milyon yıl öncesine tarihlenmektedir. Belki günümüz maymunlarından gelmedik ama 6 milyon yıl önceki maymunlardan geldiğimiz kesin gibi…
İnsanı insan yapan en büyük özelliği beyin yapısıdır. Beyin düşünmenin bir organıdır. Beyin yoksa kişi de yoktur. Öteki insan türlerine baktığımızda beyin geçmişe gittikçe küçülmektedir. Örneğin sırasıyla, günümüz insanın beyin hacmi 1450, Homo erectus'un 1100, Homo habilis'in 650, Austropithecus’un beynini hacmi ise 450 cm3’tür. Demek ki insan beyni 3 milyon yıl içinde ortalama üç kat artmıştır.
Peki, insan neden kelebekten gelmedi de maymunlara benzer canlılardan geldi? İlk başta şunu diyelim. İnsana en benzeyen hayvan şempanzedir. Birini kötülemek istediğimizde onu maymuna benzetiriz. Çünkü şempanze, kötü bir insan tipini temsil etmektedir.
Beyin dedik, beyini büyüten neydi? Beyine bir baskı var; bu baskı doğal ve eşeysel seçilimle daha da artmıştır. Peki, beyni büyüten neden nedir? Beyni büyüten neden ‘el’dir. Ellerimiz serbest olduğu için beynimiz gelişebilmiştir. “El dışarı doğru uzanmış bir beyindir” demiş bir bilim adamı.
Peki, el neden serbest kaldı? Hemen hemen tüm memelilerde 5 parmaklı el vardır. Bu eller sonradan toynağa, yüzgece ve kanatsı yapılara dönüşmüştür. Yalnız insan eli öteki hayvanlara göre daha çok özelleşmiş ve belirli becerileri yapacak biçime dönüşmüştür. Bizim el yapımızın kaynağı ağaçlardır. Ağaçları kavrayan bir el yapısı ancak bugünkü gelişmiş bir el yapısına dönüşebilir.
Kısacası biz maymunsulardan geliyoruz. Bunun nedeni ağaçlarda yaşamak ve bu biçimde oluşan el yapısının serbest kalmasıyla beynin gelişmesidir. Başka da ilahi bir olguya bağlamak doğru değildir.
İnsanlar kendi istediği için değil, doğa istediği için yaşar. Biz doğduğumuz andan başlayarak değil; bilgilendikçe yaşamda var oluruz. Bir kedi için, bir kelebek için yaşam veya dünya veya evren diye bir şey yoktur. Hatta 1 ya da 2 yaşındaki bebek için de yaşam veya dünya yoktur. Biz algıladığımız sürece yaşarız, yaşamda var oluruz. Algılamayan insan yaşamıyor demektir.
Önce madde oluşur, sonra biz. Bizim biz olmamızı sağlayan iki aşama vardır. Birinci aşama eğitim (konuşmak, yemek, içmek, araba kullanmak, bilgisayar kullanmak, futbol oynamak, vb.); ikinci aşama bilinç aşamasıdır. Her insanın eğitim alma olanağı olabilir ama her insan bilinçlenemez. Çünkü bilinç kavramı evrimsel süreçle ilgili bir kavramdır ve insan evrim sürecinde bilinçlenebilecek insan sayısı çok ama çok azdır. Bu sayı yüz binlerce yıl içerisinde ancak aratabilecektir.
Bilinçlenmek ne demektir? Bilinç, sinirsel sistemin dış uyarıları (yaşam, doğa, evren) yorumlayıp, sonuç olarak doğru olanı karar vermesidir. Doğru nedir? Doğru, değişmekle birlikte tektir. Sana göre bana göre doğru yoktur. Doğru, toplumla ilgili, yani yalnızca bilinçli insanların oluşturduğu kümenin bir isteğidir. Bu isteğin amacı tüm bireylerin mutlu olmasıdır. Bilinçli birey, herkesin mutlu olması durumunda ancak mutlu olabilmektedir. Toplum mutlu ise birey de mutlu olabilmektedir. Bir başkası acı çekerken düşünen bilinçli birey mutlu olamaz. Doğru, toplum bütününü kapsayan eylemler bütünüdür. Toplum değişebilir; doğru da bu değişime ayak uydurur. Ancak yine de senin doğrun benim doğrum diye bir şey söz konusu değildir.
Doğru güzel olandır. Güzel olan kişinin değil toplumun mutlu olmasıdır. Toplum dışında mutluluk aranmaz ki, yoktur böyle bir mutluluk. Mutlu olmak isteyenler ve buna bireyci yolla kavuşacağına inananlar eğlenceye yönelirler. Eğilence ile mutlu olduğunu sanırlar. Yetmez, nesneye yönelirler. Her şeyin mülkiyetini kendi üzerlerinde olmasını isterler. Gittiği yol nesneyi ele geçirerek mutlu olma yoludur ve sonu uçurumdur. Düşünen bireyin yolu bilgiden ve düşünceden geçer. Bu bireyin gittiği yol da uçurumdur ancak düşünen birey uçurumdan aşağı düşmez, kanatlanır uçar. Çünkü yanında götürdüğü ve ağırlık ettiği mülkiyet yoktur.
Doğru sonsuz olandır. Sonsuz olan ancak güzel olabilir. Sonsuz olmayan her olgu geçici ve güzel de değildir. İşte felsefe bu doğruyu aramaktır. Doğru, toplumun mutlu olması için aranır. Çünkü sonunda güzel günler görür çocuklar…
Bilim, bilindiği gibi Sümerliler, Babilliler, Mısırlılar ve Romalılar eli ile günümüze dek birikimle ilerlemiştir. Bilim, Avrupa’dan önce İslam topraklarında da irdelenmiş ve araştırılmalar yapılmıştır. Ancak ilerleme bir süre sonra durdurulmuştur. Gerçek anlamda bilim 18. ve 19. y.y’larda ilerleme kaydetmiş 19. y.y ile birlikte doruğuna ulaşmıştır.
Dinler ise daha öncelerden (en son göbekli tepede bulunan kalıntılara bakarak)11 bin yıl öncesine dek uzanan ve daha da eskiye dayanan inançların bütünüdür. Din, insanoğlunun bilmediği olgular üzerine kurduğu düşler ve bu düşlerin yaşama yansıtılmasıdır. Din, çok eskilerde (örneğin 40 bin yıl önce) insanların evreni anlama çabası, ölümlere anlam verebilme, açlıktan ölmemek için kudretli bir güce yalvarma, vb. olgular üzerine kurulu iken; kentleşmeyle birlikte din de boyut değiştirerek sistemli bir araca dönüşmüştür. Din bireyci isteklerin düş fabrikasıdır. Dinliler bu fabrikanın çalışanlarıdır. Din giderse ekmek de elden gider.
Birileri önceden belirlemiştir yapılması gerekenleri. Ortak tanrılar, ortak dinler çıkmıştır. Daha sonra bunlar birleşip tek tanrı, tek dine dönüşmüştür.
Din, olmayan olgular üzerine kurludur. Bilim ise var olan olgular üzerine kurulur. Bilim, olmayanı var etme çabasına girmezken; din, olmayanı var etme çabasındadır. Bu çabanın tek aracı ‘düş’tür. Bilimde ise düşünce yani doğru vardır.
Biyoloji bilimi, insanın özel yaşamına en çok giren bilim dalıdır. Çünkü insanlar daha önceden merak etmiştir nereden geldiklerini! Bu çerçevede kendilerince öyküler yaratmışlardır. Oysa bilim, insan yaşamının kaynağını hemen hemen bulmuş durumdadır. İnsanlar nereden geliyor sorusuna yanıt hemen hemen verilmiştir: Evrim…
Evrim, düş kuran insanın düşünü yerle bir eden bir olgudur. Çünkü bu denli karmaşık, bir süreci bu denli geniş bir olguyu anlamak, kurulan düşere göre çok çok zordur. Kurulan düşler ile evrim olgusunu karşılaştırdığımızda, evrim olgusu olasılıklar içerisine girememektedir. Düş çok basittir. Oysa evrim karmaşık bir olgu… Evrim olgusunu düş ile tarttığımızda bir balon ile yeryuvarlağını tartmışız demektir.
Dinler bu yaşamın kurallarını koymakla kalmaz, öteki yaşamında kurallarını koyar. Oysa evrim bize doğanın gerçeklerini sunar. Evrim bize doğanın gerçeklerini sunarken “ay insanı incitmeyeyim” demez. Biz acıda gelse bu doğruları kabul etmek zorundayız. Kabullenemiyorsak algımızda bir sorun var demektir. Algı da evrimsel ilerlemenin bir parçasıdır.
Dergimizin bir önceki sayımızda sormuştum: kimler kanıtı kanıt sayar. Örneğin bir fareye evrim geçirdiğini kanıtlayabilir misiniz? Hayır. Peki, bir şempanzeye? Hayır! Peki, Homo erectus’a? Hayır! Homo sapiens’e? Günümüz insan evriminin geldiği noktada, hayır. Şu an Homo sapiens bile evrimin kanıtlarını göremeyecek denli bilinç düzeyinden yoksundur. Bu doğaldır. Çünkü bilinçsel evrimin genlere yanıma süreci henüz tamamlanmamıştır.
Kanıt, bilinç ile algılanabilen bir olgudur. Siz bir şempanzeye bir futbol topunun yuvarlak olduğunu kanıtlayamazsınız. Çünkü yuvarlağın ne olduğunu bilincinde oluşturacak kültürel altyapı yoktur. İnsanlarda da birçok olguyu kanıtlamada güçlük çekmekteyiz. Varyasyondan (çeşitlilik) dolayı algılama düzeyinde bir çeşitlilik olabilir. Evrimsel sürecin bir sonucu olarak evrimi algılayan bilinç sayısı bu varyasyonda çok ama çok azdır. Bu durum evrim sürecinde değişecek ve bilinçli insanın varyasyon içerisinde değeri de artacaktır. Çünkü doğal yaşam, insan beynini bilince doğru itmiştir ve hala itmektedir.
Yeryuvarlağımızın yuvarlak olduğu anlaşılınca kimse buna inanmak istemedi. Bilim insanları bunun kanıtlarını sundu ama kimse bu kanıtları kanıt olarak saymadı. Çünkü adamın biri çıkıp: “manyak mısınız görmüyor musunuz dünya düz. Bir kediye bile sorsanız dünya düz der. Yuvarlak olsa biz bilmez miyiz?” Siz ne denli kanıt sunarsanız sunun, kişi, düşlerini düz dünya üzerine kurmuş ise, bu kanıtları onaylamayacaktır. Çünkü kanıt, düşü ve birlikteliğinde kişiyi yok etmektedir. Düşlerin üzerine kurulmuş yaşamlar aynı sürede değişmeyen yaşamlardır. Düş yalanlar üzerine kuruludur; oysa düşünce doğrunun/değişimin üzerine kurulur. Kanıt, düşü yok eder; düşünce ise bunu sevinçle karşılar. Evrim düşüncesi de yalanlar üzerine düş kurmuş kişileri yok etmektedir. Düş yoksa kişi de yoktur.
Düş kuranlar kanıtlarını kendi düşlerinde üretirler. Örneğin şöyle derler: “görmüyor musunuz şu ay’ı, güneşi, yıldızları. Daha nasıl tanrı yoktur dersiniz?” Düşlerle yaşayanlar tanrının varlığını kendilerince görkemli sandığı olgulara bağlayarak açıklamaya çalışır. Oysa bilimde böyle bir kanıt, kanıttan çok safsata olarak nitelenir. Bilim, olgular arasındaki ilişkilere bakarak kanıtlar üretir. Oysa düş kuranların kanıt dediği şeyler doğal olayların sonuçlarıdır ve hiçbir tinsel gücün de varlığının kanıtı sayılamazlar.
Kendi kendine yokuş çıkan arabaları duymuşsunuzdur. Bu tür olaylar bir mucize sayılır. Neden mi mucize sayılır, çünkü doğaya terstir. Milyarlarca insan vardır ki hepsi doğaya ters gelen olay ve olguları sevinçle karşılarlar ve bu olaylara mucize derler. Mucize sevincinin altında yatan neden şudur: kişi, doğal olaylar içerisinde yaşarsa ölecek ve yok olacaktır. Oysa mucizeler bu doğal olayları yani öldükten sonra yok olmayı bir kenara itecek gücü sağlar kişiye. Oysa mucize sananların olay ve olgular da doğal olayların kendisidir. Biz yalnızca bu olay ve olguları tam olarak algılayamadığımızdan dolayı onları mucize olarak görmekteyiz.
Şöyle bir haber var: “Erzurum'da Abdulrahman Gazi türbesi yakınlarında olan bu yerde arabayı boşa aldığınızda kendi kendine yokuş çıkıyor.” Biri size bunu anlatsa inanmazsınız. Çünkü yer çekimi diye bir olgu var. Oysa gidip kendi gözlerinizle görebilirsiniz. Gerçekten de arabalar kendiliğinden yokuş çıkıyor. Tamam, işte bu mucizedir dersiniz. Oysa olayın özü bu değildir. Bilim insanları bu olayı inceledikten sonra gerçek ortaya çıkıyor. Haber şöyle: Erzurum’da Abdurrahman Gazi Türbesi’ne giden ana yol kenarındaki rampada otomobillerin çalıştırılmaksızın ilerlemesinin, sadece göz yanılması olduğu ortaya çıktı. Bazılarının ‘Abdurrahman Gazi’nin kerameti’ olarak yorumladığı olaya açıklık getiren ABD Nevada Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü Enerji Sahası Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yunus Çengel, su terazesi ile yaptığı deneyden sonra “Manyetik bir alan ya da keramet söz konusu değil. Tamamen göz yanılması... Yokuş yukarı gibi gözüküyor, ama rampa aşağı bir yol” dedi. Palandöken Dağı’nın güney yamaçlarındaki Abdurrahman Gazi Türbesi’ne giden yolda incelemelerde bulunan Prof. Dr. Yunus Çengel, rampa gibi görünen yolun aslında yokuş aşağı olduğunu söyledi. Yolda daha önce incelemelerde bulunduğunu belirten Prof. Dr. Çengel, olayın tamamen bölgenin coğrafyasından kaynaklanan bir göz yanılması olduğunu ileri sürdü. Evrimi algılamayanların en önemli sorunu da budur. Bilmedikleri bir şey olabileceğini bilmiyorlar. Ya da bilmek istemiyorlar… Sonuç olarak insan duyu organları yanılar bilir. Oysa bilimi ve bilinci kimse yanıltamaz.
Haber Türk kanalında yayınlanan ve Ergi Deniz Hocanın da katıldığı evrim programında yaradılışçı bir profesör dört saat boyunca “senin görüşün böyledir, benim görüşüm böyledir; felsefi bilgi ayrıdır, bilimsel bilgi ayrıdır” gibi bilimsel duruştan uzak sözler sarf etti. Ben beklerdim ki Ergi Hoca çıkıp; bilimin veya doğrunun sana göresi bana göresi yoktur” desin. Ama demedi…
Her süre verdiğim bir örnek var: beş kişi bir odada tartışma yapıyor. Tartışmanın konusu bu odanın sıcaklığı… Biri 25, öteki, 22, başka biri 23 diyor. 5 kişi ayrı ayrı sıcaklık değerleri söylüyor. Bilim bu tartışmada araya giriyor. Daha doğrusu teknik! Bir termometre getiriliyor ve odanın sıcaklığı ölçülüyor. Sıcaklık 20 çıkıyor. Söylenen bütün değerler geçerliliğini yitiriyor. Doğruyu bilim veriyor bize. Başka bir gün oluyor ve bu kez yine odanın sıcaklığı tartışılıyor. Bu kez hepsi birden 20 diyor. Daha önce ölçüldü ya… Yine termometre getiriliyor ve odanın sıcaklığı ölçülüyor. Bu kez odanın sıcaklığı 25 çıkıyor… Bu kez hepsi aynı görüşte olsa da sonuç yanlış çıkıyor.
Bunu niye anlattım: bilim bize doğruları söyler. Çünkü bilim yapmamızın amacı budur. Bilim yapılırken teknik kullanılır. Teknik bize kesin bilgi vermez. Yaklaşık sonuçları verir. Örneğin odanın sıcaklığı 25 ise bu yaklaşık değerdir. Zaten bilimde kesinlik ve durağanlık yoktur.
İki veya ikiden fazla kişi aralarında tartışıyor ve doğruları bulmaya çalışıyor ise belirli araç ve olguları baz alarak tartışmalıdırlar. Ben bunu dedim, sen bunu dedin önemli değildir. Doğrular tektir. Doğrunun sana göresi bana göresi yoktur. Yani “doğru”, insanlar arasında göreceli değildir. Doğrular değişebilir. Bu değişim de sana göre, bana göre değildir. Ortada değişim varsa bu değişim herkes için aynıdır.
Toplumsal olaylarda da (örneğin felsefede) doğrular tektir. Doğrunun tek olması kesinlik ve değişmezlik anlamı taşımaz. Toplumsal olaylarda kişilerin doğruları bireylere göre değil toplumun doğruları temel alınarak belirlenir. Topluma en uygun hangisi ise o, doğru seçilir. Yine burada sana göre bana göre doğru olmaz. Ancak bunun için ilk önce toplumun oluşması gerekiyor…
Bilimde olsun felsefede olsun amaç doğruya, değişen doğruya ulaşmaktır ve doğrunun göreceliği yoktur. Doğruları, belirli teknikler (araç/alet) ya da olgular (toplum) baz alınarak insan bilinci belirler. Bilinç ise insan evrim sürecinde oluşur. Burada sözü edilen bilinç doğruya ulaşma ve sorgulama çabasının kendisidir.
Anlam ve kavram olarak canlı nedir? Bir fizikçi için canlı nedir, bir biyolog için canlı nedir?
Canlılığın tanımı genelde biyoloji bilim dalının çerçevesinde yapılır. Çünkü biyolojiye göre bir canlı karmaşık bir yapıda olmalı. Örneğin besin alışverişi yapabilmeli, geçirgen bir zara sahip olmalı. Canlılığın ana koşullarından biri de DNA ve benzeri yapıların kendisini çoğaltmasıdır. Kopyalanma yani çoğalma işlevini gerçekleştirebilmek canlı olmanın temel koşulu sayılır.
Biyoloji bilimi bu tanım içerisindeki canlı varlıkları inceler. Bir fizikçi ise nesnenin eylemini inceler. Bu nesneler genelde atom ve atom altı parçacıklardır. Bir fizikçi bir atomu incelediğinde onu cansız bir nesne olarak değil; hareketli, enerji alışverişi yapan ve yapısında büyük bir güç barındıran bir nesne olarak görür. Bu durum, atom altı parçacıkları için de geçerlidir.
Evren sonsuzdur dedik; peki, nesnenin büyüklüğü veya küçüklüğü?.. Atom altı parçacıklar da sonsuz mudur? Kanımca evet. Ancak bizi ilgilendiren bölümü ancak görebildiklerimiz denlidir. Sonsuza giden bir küçüklük ve büyüklük ile karşı karşıyayız. Matematikte +sonsuz ve –sonsuz kavramları gibi…
Sürekli sorulan bir soru var: Cansız nesnelerden canlı bir nesne nasıl oluşur? Biz bu soruyu şöyle soralım en iyisi: Fiziksel canlılar (atom, molekül) biyolojik canlıya nasıl dönüşür?
Hemen sorulacaktır: ne demek fiziksel canlılık? Atomlar canlı mı ki? Evet canlı diyebiliriz….
Şöyle bir varsayımda bulunalım. Bir dağ düşünün. Dağın dibinde demir tozları var. Dağın doruğunda ise cetvel boyutlunda bir mıknatıs taşı var. Aşınma ile bu mıknatıs taşı aşağıya yuvarlandı ve demir tozlarının içine düştü. Demir tozları öyle bir biçim aldı ki, hepsi inci gibi dizildi ve güzel denilebilecek bir yapı kazandı. Burada insan unsuru hiç işin içine katılmadı. Mıknatıs taşı demir atomlarını kendi gücü ile inci gibi dizdi… Kuşkusuz bu canlılığın kendiliğinden oluşunun doğrudan kanıtı sayılamaz. Ancak bir başlangıç için yeterli bir kanıttır…
Hani diyorlar ya; “sahilde yürürken kumdan bir kale görseniz bunu kim yaptı diye sormaz mısınız kendinize? Oysa mıknatıs taşının düştüğü yerde demir tozları hiçbir insan eli değmeden inci gibi dizilmiştir. Güzel bir yapı için bilinçli bir güce gereksinim her zaman var mıdır? Kısaca pek anlaşılmayan raslantı kavramı üzerinde duracağım: -Evrim için- “rastlantı” sayıca çok olan (olumlu ya da olumsuz) koşulların süreç içinde bir veya birkaç olasılığın bir araya gelmesidir. Rastlantı kavramının anlaşılmamasının nedeni, canlılığı oluşturan koşulların –örneğin atomların özellikleri- göz ardı edilmesidir. Örneğin güneş galaksisinde milyarlarca gezegen var. Diyelim ki yalnızca dünyamızda yaşam oluştu. Bu bir rastlantı mı? Hayır! Yaşamın oluşabilmesi için en uygun olan bir gezegen dünyamızda olmuş ki yaşam oluşabilmiş. Evrenin neresine gidersen git uygun koşullar yaratıldığında aynı yaşam biçimi orada da gerçekleşecektir… Sonuçlar farklı olabilse de…
Canlılığın oluşması için gerekli olan koşullar sağlanmalıdır. Bu koşullardan en önemlisi süreçtir. Örneğin şöyle derler: Bir ev vardır tahtadan, bir ev betondan, bir ev daha güzeldir bir villadır, bir apartman vardır, daha da güzeli vardır bir gökdelen… Bütün bunlar aynı malzeme (çivi, beton, demir, tahta, vb) ile yapılmıştır. Hepsini de bir mühendis yapmıştır.
Evrim böyle işlemez. Evrim basamaklı birikim ile ilerler. 5 basamak düşünün. Her basamağında oluşan nesne milyarlarca, milyonlarca yıl beklemektedir. 1 amioasitin oluşması için 3 milyar yıl beklenmiştir. Uygun koşullar oluştuğunda hiçbir güç bu oluşuma engel olamaz…
Cansız denilen nesneler aslında kendi içinde büyük bir gücü ve enerjiyi taşıyan canlı nesnelerdir. Aminoasitler bu cansız dedikleri ama aslında 1. basamak bir canlı olarak tanımlayabileceğimiz canlılardan oluşmaktadır.
Canlıları basamaklandırabilir miyiz? Bence evet… Eski dönemlerde bitkilere cansız nesneler olarak bakılırdı. Çünkü hayvanlar gibi yürüyemiyorlardı. Örneğin İslam’da insan dışındakilerde can yok denilir. “Hayvanlar güdüleriyle hareket eder onlar öldükten sonra yok olur; oysa insan öteki yaşamda yaşamını sürdürür.” Bu tür tanımlamalar yersizdir. Biz evrimsel süreci incelediğimizde basamaklı birikimin getirdiği canlılık türleri olduğunu görüyoruz. Sana göre bana göre canlı yoktur. Her nesne kendi içinde canlıdır ve bu canlılık nesnenin kendisidir. Yani nesne varsa enerji yani canlılık da var demektir… Bu nesne vardan yok, yoktan var edilemez.
Bir mühendis aynı malzemeden binlerce tür ev yapabilir. Ancak bu mühendis bundan 10.000 yıl önce bu evleri neden yapamıyordu? Burada göz ardı edilen süreçtir. Sanıyorlar ki her şey birden değişiyor veya birden dönüşüyor. Kuşkusuz mutasyonlarla değişim ve dönüşümler hızlı olabilir ancak mutasyondan başka yüzlerce etken bu değişim ve dönüşüme etkide bulunabilir. Örneğin doğal seçilim işin içindedir. Sonra genetik sürüklenme, sonra eşeysel seçilim, sonra varyasyonlar…
Uygun koşullar gerçekleştiğinde evrenin neresinde olursa olsun canlılık başlamaktadır. Canlılığın kaynağı ise sonsuzlukta, sonsuz enerjidir…
İnsanlar doğar yaşar ve ölür; bütün biyolojik canlılar gibi. Bir çocuk doğduğunda yaşama kendi gözleriyle bakar. Sanki o, yaşam için değil de; yaşam onun için yaratılmıştır. Kendini merkeze koyan insanoğlu, her şeyin kendi için yaratıldığına inanmış ve inanmak istemiştir.
Örneğin Hıristiyanlığın evren anlayışı insan merkezlidir. Onlar, yaşadığımız yer yuvarlağını evrenin merkezine koymuşlardır ve bütün yıldızlar, bu yeryuvarlağının çevresinde dönüyor düşüne kapılmışlardır. Oysa yeryuvarlağımız sıradan bir galaksinin, sıradan bir yıldızının, sıradan bir gezegenidir. Kopernik bunu biliyordu ve söylemeye çekiniyordu. Çünkü çoğunluğun düşü doğruyu benimseyecek bir yapıda değildi. Bundan 500 yıl önce çoğunluğa karşı bir kişinin tespiti doğru çıkmıştı. Ne yeryuvarlağımız evrenin merkezindeydi ne de evrenin merkezi diye bir yer vardı. Sonuç olarak bir kişinin görüşü doğru çıkmıştı ve çoğunluğun pek de önemi yoktu.
Bilim insanları bilim yaparken evreni sonsuz kabul eder. Sonsuzluk yoksa bilimin de anlamı yoktur. Çünkü bilim, sonluluğun içinde yok olur. Örneğin bir tanrı varsa, “evren sonludur” diyebiliriz ve öyle de derler. Çünkü sonsuzluğun içine tanrıyı yerleştiremezsiniz. Bilim bir yerden sonra tanrıya ulaşıyorsa karşımıza bir soru çıkar: “tanrının ötesinde ne var?”
Bilim hiçbir zaman tanrının varlığı veya yokluğuyla uğraşmaz. Çünkü bilim yapılırken doğal koşulların haricinde hiçbir güç bilime etkide bulunmamaktadır. Bulunsa idi zaten bilim, bilim olmaktan çıkardı. Bilim tanrıyı ağzına dahi almaz; ancak başkalarının dayatmaları bilim insanını -doğal koşulların etkilerini anlatmak için- birkaç açıklamaya itmektedir.
İnsan beyni sonsuz evreni algılamayabilir. Çünkü bütünün parçası bütünü göremediğinde kişi huzursuzlaşır ve kendince bir başlangıç belirler ve bütünü, düş yolu ile görmeye çalışır. Oysa bizim sonsuzluğu algılamamamız demek sonsuzluğun olmadığının kanıtı değildir. Eğer evren sonlu ise ve bir yerde bitiyorsa bitişten sonra ne var?
Evrenin sonsuzluğu aynı sürede zamanın da sonsuzluğudur. Aslında zaman diye bir kavram yoktur. Zaman insana göre vardır. Örneğin hiç doğmamış bir bebek için zaman yoktur. Biz doğduğumuzda geçmiş zamanı bilmeyiz. Zaman doğumumuzla başlar ve yok oluşumuzla biter. Gerisi boşluktur…
Kısacası sonsuzluğun içinde var olan evrimin ürünü olan beynimiz henüz sonsuzluğun ayırdında değildir…